Çatalla balık yiyeceğim diye, kılçığını boğazıma kaçırırsam başına dert açarım. Ben balığımı elle yiyeceğim gardaş” diye söyleyince Öztürk:
“Aha ben de bırakıyorum çatalı. Ben de sen gibi yiyeceğim combam. Dilediğin gibi ye...” diye kahkahayı bastık.
Ben İç Anadolu çocuğuyum. Balıkları ancak resimlerinden tanıyorum. O yıllar Çorum’a kış aylarında ardada bir hamsi getirilir, o da iki saatin içinde kapışılırdı. O yıllar neredeydi ki böyle bol çeşit balık getirmek. Bugünki gibi böyle bol çeşit, istediğini alabileceğin balık getirilmezdi.
O gün büyük kayık tabak içerisinde büyücek bir balık geldi. Eti siyah mıydı, yoksa beyaz mıydı; cinsi neydi, bugün için hatırlamıyorum. Ancak çok lezzetli bir balık yediğimi söylemeliyim. Hem de kılçığını boğazıma kaçırıp Öztürk’ün başına dert olmadan...
Şimdilerde her balık yeyişimde Öztürk’ü andığım gibi, ben de balık çeşidini arıyorum artık...
*
Günler aylar derken, yıllar hızla ilerledi. Bin dokuz yüz yetmişli yıllara geldik. Ben şehirde, kendi imkan ve çabalarımla bir ev yaptım. Hem de çok işçiliğini, bazı ustalıklarını kendim yaparak. Evin dış sıvası, çatısı d ayok. Ancak içine de girdim. Çocuklarımla duruyorum. Gayem kira vermemek. Evimizin en lüks eşyası, o zamanlar sıraya girerek bağlattığım bir çevirmeli telefon. Telefonumuz var ya, artık mektuplaşma faslı bitti. Ara ara Öztürk’le geceleri telefonlaşıyoruz.
Mevsim yaz. Öztürk’ten öğleye doğru bir telefon “Bahri combam biz Çorum’dayız.”
Daha önce geleceklerini de söylememişlerdi. Şaka yapıyor zannettim. Ancak gerçekten gelmişler.
“Neredesiniz?” diye sordum. Hani gidip alayım istiyorum. Ne de olsa şehire yabancılar; evimi de bilmiyorlar çünkü.
Öztürk yıllar sonra gelir de nerede kalacak. “Biz Konak Oteli’ndeyiz” diyor. O yılların en güzel oteli bir; ikincisi, 1962’de Çorum’a ilk defa gelip, Kütük Mıstık başkanlığında, grupla kaldıkları otel Konak Oteli.
Hemen gittim. Dört kişiler. İki aile, eşleri ile birlikte, özel arabaları ile Karadeniz gezisine çıkmışlar. Bir gece kalıp yola devam edecekler.
Otelde bırakmadım; valizlerini alıp, doğru sıvasız, çatısız evime getirdim.
Otelci de belki bana kızmış, arkamdan söylenmiş olabilir müşterilerimi götürüyor diye. Katlandık...
O gün hasret giderdik. Ertesi gün Öztürk’ün görev yaptığı Ferhatlı’ya götürdüm. Ferhatlı’da birkaç saat köylülerle Öztürk, Rezzan Bacı sarmaş dolaş; bırakmak istemediler. Akşama doğru yine sıvasız, çatısız bizim eve geldik.
Sıvasız, çatısız evimizde, otelde kalacaklarından daha mı rahat ettirdik; zannetmiyorum. Ancak mekan belki rahat değildi ama, bizim candan dostluğumuz, Çorumlu’nun içtenlikli cana yakınlığı, onların bir gece kalacakları yerde isteyerek birkaç gün kalmalarına neden oldu. Hemde komşulardan yatak yorgan getirip yer yatağı sererek; evde bulunan yavam ekmek, soğan ekmek ikram ederek, Çorum mantısı yedirerek. Ve de yer sofrasında...
Onların alçak gönüllülüğü bizlerin olduğmuuz gibi görünüp içtenlikli hareket edişimiz, bizim dostluğumuzu uzun yıllara taşıdı.
*
Fatihimiz büyüdü. Tahsilini ve vatani görevini de tamamladı. Fatih artık babasının yardımcısı, işadamlığı yoluna adımını atmıştı. Ergen Ailesinin tek evladı loarak, mürüvetini görme zamanı gelmişti.
Öztürk’ten kalın bir zarf içerisinde, mektupla birlikte Fatih’in düğün davetiyesi geldi.
Düğün o yılların meşhur fuar alanı içinde, yine en büyük gazino/düğün salonunda yapılacaktı. Eşimle birlikte gittik.
Akşam fuar içine girip salon yoluna dönünce, çelenk koridaro oluşturulmuş bir mekandan salona girdik. Meğer gelen çelenkler salona sığmayıp salon yolunun iki tarafına ip gerilerek bir koridor oluşturmuş. Biz Öztürklerin kendi masasında, sahnenin yanındayız.
Düğün, sanatçılı, sazlı-sözlü, dansözlü... Filmlerde gördüğüm, oynayanların, sanatçıların başından deste deste dolarların fırlatıldığı cinsinden. Ben bu sahneleri yalnız film çekimi için kurgulandığını zannediyordum; meğer gerçekleri de varmış.
Düğün eğlencesinin bitiminde Türk geleneği takı merasimi başladı. Düğün için gelenler sıra oluşturdu. Sonunda bu takılar kadife bir torbaya dolduruldu. Rezzan kardeşimiz sayısız bu takı torbasını getirip “Bu sizde kalsın, ben sonra alırım...” diye eşime teslim etti. Kendisi, gelen konuklarını uğurluyor.
Düğünün sonunda gelin-damadı balayına gönderdiler. Biz de Öztürklerle, Öztürk”’ün Mordoğan’daki yazlıklarına gittik. Orada birkaç gün kaldık. İşin ilginç yanı takı torbası yine bizde. “Alın” diyoruz, “Sizde kalsın İzmir’e gidince alırız” diyorlar.
Nasıl muhafaza edeceğimizi şaşırdık desek mübalağa etmiş olmayız. Yanımızdan ayıramıyoruz. Sanki kundaktaki çocuk gibi hep kucağımızda. Geceleri yatağımızın altına koyup aramıza alarak yatıyoruz. İzmir’e dönünceye kadar sayısız altın torbası bizde kaldı. İzmir’e gidpi eve girince ancak teslim edebildik.
Öyle itimat telkin etmişiz ki, yoksa elli dört yıllık dostluk devam eder miydi?..
*
Ailelerin dostluğu devam ediyor. Biz, Egeli Öztürk’ün alçakgönüllülüğünü sevdiğimiz gibi, benim iki oğlumun İzmir’e yerleşerek, onlar da Öztürkler sayesinde sevdiler. Şimdi de, baba dostu olarak çocuklarımız, bizim dostluğumuz gibi görüşüyorlar.
Şimdi Öztürk cismen aramızda olmasa da ruhu daima aramızda; anılarıyla yaşatıyoruz O’nu... Uzun yılların dostluğu “Bir hoş seda” ile devam ediyor.
Eşi bulunmaz, değerli dostuma Allah’tan rahmet diliyor, ruhu şad, mekanı Cennet olsun diyorum.