İnsan, toplum hayatının içinde yaşayan bir varlıktır ve birey topluma ilişkiler sistemiyle bağlıdır.
Belirli toplum içinde bireye etki eden birtakım kuvvetler vardır : Dini, ahlaki, ekonomik, hukuki, estetik vb. gibi. Birey her zaman, toplumdan gelen bu kuvvetlerin etkisi altındadır. Bireye dışarıdan gelme bir etkiyle hakim olan bu kuvvetler, bilindiği üzere “sosyal kurumlar”dır. Her zaman için, bireye etkide bulunan bu kuvvetlerle birey “davranışları” arasında bir etkileşim vardır. Bireyin, davranışlarını, duygu ve düşüncelerini düzenleyerek, uyum sağlamaya çalıştığı bu kurumlar, “kolektif birer tasavvur şekli “ olup, toplumdan topluma, hatta aynı bir toplum içinde zamanla değişme özelliği gösterirler.
Örnek : Toplumlarda var olduğunu gördüğümüz eğitim, ahlak, hukuk, ekonomi vb. düzen ya da sistemler, toplumdan topluma ve bir toplum içinde zamanla değişirler. Sosyalist toplumlardaki mülkiyet düzeni, ekonomi düzeni, bu konularda liberalizmi kabul etmiş toplumlardaki mülkiyet ve ekonomi düzenine uymaz.
Toplumların geliştirdikleri çeşitli ekonomik, hukuki ve politik düzenlere uygun olarak ahlak sistemleri ve eğitim sistemleri ortaya çıkar. Birey de hazır olarak bulduğu bu sistemlere ve düzene farkında olmadan uyar ya da uymak zorunda kalır.
Sosyal kurumları, yalnızca birey üzerinde etki eder şeklinde tek taraflı olarak düşünmemelidir. Bireyin de bunlar üzerinde etkisi vardır. Aynı bir toplum içinde, sosyal kurumların zamanla değişmiş olması ve bireysel ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde organize edilmesi, bunun tipik örneğidir. Sosyal düzenin anlatımı olan kanunlar, bireye etki eder. Birey davranışlarını bunlara göre düzenler.
Diğer taraftan, toplumda meydana gelen değişmeler, sosyal yaşayış ve sosyal ihtiyaçlar, halihazır hukuk kurallarında bir değişmeyi gerekli kılarsa, kanunlarda genel olan birey ihtiyaçlarına ve isteklerine göre değişir ve düzenlenir.
Mesela, işçilere genel bir isteğin ve ihtiyacın anlatımı olarak verilen “grev hakkı” gibi.
Şu halde toplum, bireye ve birey topluma karşılıklı olarak etki etmektedirler.
Bir toplumda yaşamakta olan ahlaki, hukuki düzenler, estetik görüşler…vb. birey tarafından hiç farkına varılmadan benimsenir. Toplumdan topluma değişen bu anlayışların birey tarafından benimsenmesi, zamanla o kadar kesin bir şekil alır ki, adeta birey benimsemiş olduğu değerlerin dışında, başka değerleri yadırgar, onlara yabancı gözü ile bakar. Maddi ve manevi değerlerdeki değişikliği hedef alan devrimlerin güçlüğüne neden de budur. Bu bakımdan, bireyin yaşamış olduğu değerleri, ne derece benimsemiş olduğuna, devrimlerdeki uyuşmazlıklar tipik örnek teşkil ederler.
Sosyal kurumların birey üzerinde olan bu baskısı, yalnızca belirli bir toplumun değerler sistemini ona benimsetmekle kalmaz; aynı zamanda, bu değerler, bireyi, kendilerinin gerekli kıldığı düşünce şekline de zorlar. Yani birey, benimsemiş olduğu bu değerlere göre düşünür, olayları bunlara göre değerlendirir. Bu bakımdan, yaşanan sosyal değerlerle mantıki düşünüş arasında dahi bir bağlılık bulmak kabildir. Sosyal değerlere dayanan hususlarda, başka başka toplumların bireyleri arasındaki görüş ve düşünüş farkının da nedeni budur.
Diğer taraftan birey, kendi toplumunu sever. Bundan ötürü de, toplumunda meydana gelen her olay ona etki eder. Yani birey, toplumunda meydan gelen savaş, ihtilal, ekonomik bunalım…vb. gibi olayların etkisi altında kalır. Birçok ekonomik, hukuki, siyasi doktrinlerin, toplum bireyleri üzerinde kâh sürükleyici, kâh kendilerinden uzaklaştırıcı bir etki yaptıkları meydandadır.
Bugün toplumlar arasında olan kavgalar, mahiyet itibariyle bir “rejim” kavgasıdır. Yani çeşitli otoriter-aydın kesim tarafından işlenmiş ve “ideal bir toplum nasıl olmalıdır?” sorusuna verilmiş olan cevapları benimseyen insan kütlelerinin kavgasıdır. Kısaca “materyalist felsefe” ile “insan hak ve hürriyetlerini tanıyan felsefe”nin kavgalarıdır. Otoriter düşüncenin toplum üzerinde etkisinin sonuçlarını her çağda görmek mümkündür. Bu otorite toplum üzerinde o derece etkili olmuştur ki, hemen hemen bütün çatışmalara esaslı bir neden teşkil edecek kadar önemlidir. Otoriter düşünce tarafından ortaya konan bu görüşlerin büyük insan yığınları tarafından benimsenip bir tutum haline getirilmesi, o toplumlar için beğenilen ve yaşanılan bir hayat tarzı ortaya koyar ki, bunlara o toplumların “görüşleri” ya da “hayat felsefeleri” adı verilir: Faşist-Komünist, Demokrat-Totaliter…. toplum görüşleri gibi…
Toplumdan bireye, bireyden topluma ve sosyal kurumlardan topluma, toplumdan sosyal kurumlara olan bu etki - tepki, toplumun ve felsefi sistemlerinin birlikte gelişmesini sağlar.
Bütün bu olaylara etki eden en önemli unsur, bilgi ve bilginin işlenmesi, yani düşüncenin devreye girmesidir.
Nasıl ki, bir fabrikanın işleyebilmesi için hammaddeye ihtiyaç vardır, bir toplumun işleyebilmesi –gelişebilmesi için de bilgiye ve bilgiyi işleyecek, düşünce üretecek beyinlere ihtiyaç vardır. Bilgi hammaddedir. Düşünceye ve yatırıma yani fiiliyata-eyleme dönüşmedikçe bir değer ifade etmeyecektir.
Beyin fabrika, bilgi hammadde ve düşünce de üretilmiş olandır. Beynin işleyebilmesi, düşünce üretebilmesi için bilgiye ihtiyacı vardır. Nitelikli, doğru bilgiye…
Bilgiyi elde etmek, bilgiyle donanmak, düşünceye ulaşarak eyleme geçmenin en önemli önkoşuludur. Öğrenme ve eğitim bu nedenle hayatın vazgeçilmez en temel yaşam prensibidir. Gelişmiş toplumlara ulaşma, toplumun gelişmesi, onu gelişmeye iten düşünen beyinlerle gerçekleşir. Gelişmiş toplumlar, daha insani niteliklere ve yüksek değerlere sahip toplumlardır. Gelişmeye açık beyinlere yaşam alanı sunar ki bu da o toplumun daha ileri gitmesi için besleyici güç oluşturur. 01.11.2014