(Yine eskilerden, 2004 yılında yazdığım bir yazım.)

Hayat bu mu? Evet!
Hayat, bir suyun markası değil. Ömür, gözünü açıp kapayıncaya kadar gelip geçen bir zaman. Bir bakmışsın ‘doğdu”, bir de bakmışsın “öldü”derler. (Allah rahmet eylesin) Kiminin cenazesinde 3-5 kişi, kiminin cenazesinde 3-5 bin kişi. İster paşa ol, ister hamal kılınır namazın er kişi niyetine.
9 ay 10 gün beklediğin karanlık, kilitli ana karnından dünyaya çıkmak için uğraş dur. Sonra çık, bin bir güçlükle seni doğuran anana bindir eziyet ver.
Daha dünyaya gelir gelmez gözün bile görmezken ve ne olduğunu bile anlamadan kıçına bir şaplak, yoksa nefes alamazsın. İşte hayat böyle başlar. Her nefesin daraldığında, her nefes alamayışına sebep olanlar kıçına bir, bazen de birkaç şamarı vurur da vurur. Bazen bu silleler o kadar ağır olur ki sendelersin. Eğer yolun düzgünse, kafan dikse, sağlamsa yapın, sağlamsa inancın, inanıyorsan hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine. (Amentü nasıl bitiyor, “.. Hayrihi ve şerrihi…” demiyor mu?
Doğduğun gün öğrencilik başlar. Akıllıysan ve azmin varsa hep öğreneceksin. Önce ananı emmeyi öğreneceksin. Böylece beslenmeyi öğrenmiş olacaksın. Ağlayacaksın, bir yerlerin ağrıyacak, gazı var deyip vuracaklar sırtına. Anan vurursa acımaz. El vurursa az da olsa acır. Hem acır, hem de gaz çıkmaz. (Hani derler ya, “Ananın bastığı cücük ölmez”).
Bazen güleceksin uyandığında. Anan da sana gülücükler gönderecek. Dokunacak çenene, “ıgı, ıgı” diyecek. Artık gözlerin görmeye başlamıştır. Hatta aylar öncesi başlamıştır. Anan güler sen gülersin. Seyreder baban bu cilveleşmeyi, göz göze sevmeyi. Ninni dinlemeyi öğreneceksin. Anan, “uyusun da büyüsün” diyecek. Büyüyünce ne olacaksa? Biraz büyünce, çocuk için her geçen gün bir bir katlanılan zahmet, ananın katlandığı zahmet biraz biraz azaldığı günler ve aylar başlayacak.
Emeklemeye başlayacaksın. Bin bir güçlükle uğraş, yerlerde sürün. Herkes memnun, “emekledi, emekledi yavrum” diye. Aylarca bu sürünme mücadelesinden sonra yürümeye başlayacaksın. Her 3-5 adım sonra küt yere. Düşe kalka giderken anan 10 metre ilerde açacak kucağını ve sen koşacaksın. Koşuş, işte o koşuş! Sonra hep koşacaksın. Ama bu koşuş bu sefer anaya doğru olmayacak, ölüme doğru olacak! Her gün zarar edeceksin. Çünkü her gün ömründen bir gün daha azalacak. Ölümün kapını çalmasına her gün bir gün daha yaklaşacaksın. Çalacak bir gün Azrail kapını. Az yaşa çok yaşa öleceksin. “…her canlı ölümü tadacak… Beyhude mi geçti ömrün, onu sen bileceksin. Bir de amel defterin.
Okul başlayacak. (Sanki bu yetmiyormuş gibi şimdi bir de anaokulu çıktı çocukların başına. Biz o yaşlarda sokaktan eve girmez, kendimizce oyunlar icat ederdik. Soğuk günlerde elimiz yüzümüz morarır, sümüğümüzü bile silmeye elimiz değmez, bazen de yarım yamalak siler, elimizi de üstümüze silerdik. Bazen de yalardık. Ne tatlıydı o günler vay anasını vay! Bunu şimdiki çocuklar tadamaz. Elinde tabak bir lokma fazla yedireceğim diye koşan anneler de… Apartman denen yarı ceza evleri. Bahçe yok, sokak yok. Üşüyüp moraran eller, yüzler yok. Bir insanı 4-5 yaşında sok ceza evine sonra da bu insandan mutluluk bekle.) (Hani şu tavuk çiftliklerindeki tavuklar misali.)
Geldi okul çağı; ben deyim, 15 sene, sen de, 25 sene. Oku, oku, oku! Öğren, öğren, öğren!. Geçtin, kaldın. 10 aldın, 5 aldın. Efendi bitti okul! Aldın diplomayı veya ustalık belgesini. İşte hapı yuttun! Eline diploma değil mesuliyet belgesi verdiler de haberin yok. Bu da yetmez gibi hemen askere çağırırlar. Ayrıl anandan babandan, yavuklundan. Yat, kalk, yat, kalk. Silah omza, uygun adım marş, marş! Bazen de marş marş yürümek yetmez, koş ta koş! Hayatın zor yokuşlarından birisidir. Tam 18 ay. (Sanki yetmez 8 ay, sanki yetmez 300 bin asker. Asker sayımız neredeyse 700 bin. Al üreteni ve tüketici yap.)
Hâlbuki az asker, daha eğitimli asker silahı daha güçlü bir ordu daha iyi olur diye düşünmek lazım. Neyse konumuz bu değil. Aslında da konu bu, başlığa baksana; “BEYHUDE Mİ ÖMÜR!”
Açacaksın bir dükkan veya bir büro. Ya da girebilirsen gireceksin bir işe. Belki de bir işe girebilmek için aylarca hatta yıllarca kapı kapı dolaşacaksın ama para sormayacaksın. Sigortayı ağzına bile almayacaksın. İşe kaçta girip kaçta çıkacağını düşünmeyeceksin bile. Hadi buldun asgari ücretle bir iş. Bu defa da devlet sigorta primi, vergi…. v.s. “Yahu hem asgari ücret diyorsun bir de vergi kesiyorsun” dersen, devletteki kocaman büyüklerimiz, “Sus! Sil ağzını, otur. Şükretmesini bil” derler. Tabi ki şükretmek, kanaat en büyük mutluluk ta bu kadarcık paradan bir de vergi kesilir mi? İnsaf be…!
İnsanların, kıçına, başına, burnuna vurdukları yetmezmiş gibi birde devlet vurmaya başladı hem de sopanın büyüğünü kıçına, kıçına…! Bir de felek vurursa bir sille yandın ha, yandın!
Sonra nişan, evlenme, balayına git, cicim, gülüm ayları… Daha akılsızın, cahilin ne olduğunu anlamadan evliliğin tadına tam varacakken senin başına gelenler…! Kitli sandığın içinde bir canlı! Anada mide bulantıları, kusmalar. Gelsin turşu, yensin ekşiler. Tatlı ye, yemez, ille de acı, ille de ekşi. Sonra yukardan beri anlatmaya çalıştığımız hayat… Ondan ona, ondan ona, bu böyle devam eden ve edecek olan bir serüven. Acısıyla tatlısıyla bir ömür. BEYHUDE Mİ ÖMÜR!
Kader iyiyse, Allah yardım ederse, sen de gayret edersen ve rolünü iyi oynarsan aynen sahne hayatında olduğu gibi alkış ve mutluluk. Yok önündeki topları göremezsen tökezle dur.
“Yaş 35 yolun yarısı” diyor ya şair, aynen öyle. Uzun yaşayan mı karlı, kısa yaşayan mı o da ayrı, up uzun bir konu… Hani ben de diyorum ya bir şiirimde,”Bir de bakmışız ihtiyar olmuşuz/ Elimizde baston, sırtımızda kambur…”
Zaman her şeyi eskitiyor. Çamaşırı, elbiseyi, makineyi. Taşı bile öğütüyor toprak ediyor. Çok uzun senelerde insan da eskiyor. Kocuyor, gücü kuvveti ve de aklı kalmıyor. Dünya nimetlerinin en büyüğü hayırlı bir ömürden sonra gelen hayırlı bir ölüm olsa gerek. (ölüm olmasa ne yapardı bu insanlar?) Rabbim her şeyin en güzelini, en doğrusunu yaptığına göre ve ihtiyarlığın da önüne geçilemediğine göre, canlıların ölümü tatmalarını ve bunun bir kurtuluş olduğunu bilmeleri lazım.
HAYAT: Acısıyla tatlısıyla ve anlatmaya çalıştığımız şekliyle hepimizin bildiği gibi başlayan ve günü gelince de biten bir ömür ve gün sayısı.
ÖLÜM: Ölüm dünya değişimi. Kısa yaşanan bu dünyadan ebedi âleme hazırlanma devresinin bitimi. Ölüm ölümsüzlüğün başlangıcı. Ölüm ruhun bedenden ayrılması. Ölüm cesedin çürümesi ve ruhun alemlerin rabbine teslim edilmesiyle birlikte ölümsüzlüğün başladığı an. Taa ki kıyamet gününde bedenle yeniden birleşip cennete girmek için imtihanın başladığı ana kadar.
Herkes ECELİYLE ve vakti geldiği an ölecektir. Şöyle olsaydı, böyle olsaydı demek safsatalarına lüzum yok. Alın yazısı ve kader böyle diyor. Tabi ki tedbir alacaksın gerekeni yapacaksın ama değişmeyen bir şey var ki o da kader ve alın yazısı. Bir de hapsolan ruhlar var. Buna karşılık dünyada iken ameli iyi olanların ruhları mübarek günlerde evlerine ziyarete gelirler. Bu konuyu başka bir yazıda ayrıca anlatmak istiyorum çünkü uzun bir mevzuu.
Mahallenin birinde ihtiyar bir ana ve onun 40 yaşlarına gelmiş bir oğlu varmış. Ana, takva sahibi ve İslam’ı yaşayan bir hatun kişi, oğul ise sarhoş ve her gün içen bir insan. Ama imanlı, terbiyeli, herkese saygılı ve anasına da saygıda kusur etmeyen bir insan. Allah diyen, onun kulu ve Muhammet’in ümmeti olmakla içinden içinden övünen, sevinen ama kötü alışkanlığından da bir türlü kurtulamayan imanlı bir insan.
Bu sarhoş oğul yine bir gece kafayı bulmuş halde eve gelirken bir su gölcüğünün kenarında Mushaf’tan yırtılmış bir parçanın çamurlara karışmak üzere olduğunu görmüş. Eğilmiş ve çamura karışmış olan bu parçayı öpüp başına koymuş. Kalbinin üzerine bastırarak eve gelmiş. Mushaf’tan kopan çamurlu parçayı yıkamış temizlemiş ve evin en güzel yerine koyup, okuyup, üfleyip yatmış. Ama içindeki Allah korkusuyla birkaç damla gözyaşı da dökmüş. O gece eceli gelmiştir. O gece yüce Mevla’ya ruhunu teslim eder.
Mahallede bir de şeyh efendi vardır, adam gibi adam. hakiki bir efendi olan bu zat sabah namazını kılıp ta yattıktan sonra rüyasında bir ses duyar, “ Kalk! Mahalleden falanca kulum öldü. Onunla ilgilen, onu yıka onu defin et” diye. Yahu, benim elin sarhoşuyla ne işim olur diye düşünür ve yeniden uykuya dalar. Biraz sonra yine aynı sesi duyar ama bu defa daha şiddetli olarak, ”Kalk kulumun cenazesiyle ilgilen!” kendi kendine hayırdır inşallah der ve kalkıp komşusunun evine gider. Komşusu ölmüştür. Nurani bir yüz ve başında ağlayan anası… Şeyh efendi, “Bacı Allah rahmet eylesin” der. Ama bu arada oradaki manevi havayı da sezer. Ana, “elde yok, avuçta yok. Kim gelir bunun cenazesine? Kim götürecek bunu mezara kardeş?” der.
Şeyh efendi, “sen hiç düşünme bacı ben gereken her şeyi yapacağım” der ve konu komşularla birlikte kendi arkadaşlarına da haber salar. 300-500 cemaat olmuştur. Kendisine yıkama emri de verilmiştir. Çok yakını olan birisine, “sen suyunu dök bende yıkayayım” der ve başlarlar yıkamaya. Yıkarken ara ara arkadaşı başka, başka yerlere su döker şeyh efendi ise başka yerleri ovuşturur. Su döken şahsın bu hal dikkatini çeker ama bir şey de diyemez o anda. Yıkayıp, kefenleyip tabuta koyunca, “efendim ben başka yere döktüm siz başka yeri ovdunuz neydi bunun anlamı” diye sorar. Şeyh efendi, “sus, sus” der ve gözlerinden iki damla yaş gelir. “Kardeşim gökten melekler geldi. Onlar da seninle birlikte su döktüler. Onların su döktüğü yerleri ovuyordum” der. (Hikmetinden sual olunmaz yarabbi)
Sevgi ve saygılarımla.

Tarumar oldu gönlüm
Karıştı ayım günüm
Boşa geçti bu ömrüm…
Gün akşam oldu seziyorum
Yazıldı mektubum biliyorum
Ama gönderecek adres bulamıyorum
Dost arıyorum, bulamıyorum
Rabbim senden başka da dost yok biliyorum!
ANKARA
20.12.2004