27 Ocak 1954 tarihi, bu ülkenin, Köy Enstitülerini kapatarak, bir anlamda kendi ayağına kurşun sıktığı çok önemli bir olayın yıl dönümüdür.

Bugün o günlere götüreceğim sizi….

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda okuma yazma oranı yüzde 5’i geçmiyor; nüfusun yüzde 80’i köylerde yaşıyordu..

Dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, kendisinden önce köy eğitimine yönelik başlatılmış çalışmaların yeterli olmadığını saptar.

Bu saptamasının sonucu, Türk milletine özgü yepyeni eğitim kuruluşları ile köylerin eğitim sorununu çözmek üzere 17 Nisan 1940 tarihinde, “tarıma elverişli yerlerde, köy öğretmenleri ve köylerin gelişmesine katkıda bulunacak meslek erbaplarını yetiştirmek” amacıyla; “Köy Enstitüleri” kurulması tasarısını Meclis’e getirir.

Tasarı, Meclis’te hararetli tartışmalara sahne olur, 148 red oyuna karşılık 278 oyla tasarı kabul edilir.

… …

1942-43 öğretim yıllarında da bu enstitüler için beyin kadroları yetiştirmek üzere Yüksek Köy Enstitüleri açılır.

Bundan sonra da tüm enstitülerde eş zamanlı olarak hemen her konuda uygulamalı eğitime başlar.

Ancak bu enstitülerden birileri rahatsızdır.

İlginçtir; o birileri arasında Kurtuluş Savaşı Kahramanları Mareşal Fevzi Çakmak ve onun silah arkadaşları da vardır.

Diğer birileri de malum olduğu üzere CHP içinde olup, CHP’ye muhalifliyle bilinen Adnan Menderes ve Celal Bayar’dır.

Ve pek tabii ki diğer rahatsızların başında, ülkenin Toprak Ağaları gelmektedir.

Bu kişiler, bu kurumların kapatılması için dönemin CHP İktidarına sürekli baskı uygulamakta, parti içinde huzursuzluk yaratmaktadır.

Köy Enstitüleri için “en büyük iki eserimden biri” diye söz eden devrin Cumhur Başkanı İsmet İnönü, “en büyük iki eserimden diğeri” dediği; acele edip, zamansız getirdiği demokrasi(!) gereği; bu baskılar karşısında geri adım atmaya başlamıştır.

Hemen her konuda uygulamalı eğitime başlayan ve bu yolda çok büyük mesafe kat eden bu enstitülere; kurulduktan 3 yıl sonra, 2. Milli Eğitim Şura’sıyla birlikte baskılar, giderek artmaya başlamıştır.

Bu baskıların sonucunda; 1946 yılında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Köy Enstitülerinin gerçek mimarı olan Köy Enstitüleri Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, görevlerinden alınır.

Milli Eğitim Bakanlığına Köy Enstitüleri karşıtı Reşat Şemsettin Sirer getirilir.

Yeni oluşan ekibin ilk işi,1947-48 eğitim yılında, Köy Enstitülerinin beyin kadrolarını üreten, Yüksek Köy Enstitüleri kapatmak olur.

9 Mayıs 1947 tarihli yönetmelikle, kız ve erkek öğrenciler birbirlerinden ayrılır.

20 Mayıs 1947 tarihli genelge ile, dünya klasiklerinden yapılan tüm çeviriler toplatılıp, yakılır.

1948 tarihinde de enstitülerin öğretim programı değiştirilip; iş eğitimi kaldırılarak; enstitüler, klasik okullara dönüştürülür.

Bütün bu kararların altında, Milli Eğitim Bakanı olarak Reşat Şemsettin Sirer, Başbakan olarak Recep Peker, Cumhurbaşkanı olarak da İsmet İnönü’nün imzaları vardır.

Tüm bu işlemlerin yapıldığı tarihlerde CHP, 395 Milletvekili ile tek başına iktidardadır.

… …

14 Mayıs 1950 tarihinde toprak ağalarının büyük desteği ve şaibeli bir seçimin sonucunda, Demokrat Parti iktidar olur.

27 Ocak 1954 tarihinde, toprak ağalarının baskısı ve Truman Doktrini ile Türkiye’ye yapılacak askeri ve ekonomik yardımların şartı gereği; işlevlerinden uzaklaştırılarak, normal okullar haline getirilen bu güzide kurumların son kalıntıları da tamamen kapatılır.

… …

Şimdi yazımın başlığına döner, tüm bu olanların gerçek nedenini irdelersek; Ülkemizi düzlüğe çıkaracak bu kurumları, ne o şahıs, ne bu parti kapatmıştır.

Bu güzide kurumları kapatan / kapattıran; bu ülkeye zamanından çok çok önce getirilen sözde demokrasidir.

* * *

Konu ne zaman Köy Enstitülerinden açılsa; Köy Enstitüleri kapatılmasaydı ne olurdu, diye düşünmüşümdür hep.

Bu yazıyı da bunun için kaleme aldım zaten.

Evet… Bu coğrafya insanının karartılmış yönlerini aydınlatan bu enstitüler, kapatılmayıp; çok değil, bir yirmi yıl daha devam etseydi; ne olurdu?

Buna verilecek en kısa ve en doğru yanıt şu olurdu herhalde; neler olmazdı ki!

Evet, neler neler olmazdı!

* Bugün bu ülkeyi, uzayda koloniler kurma aşamasında olan ülkeler arasına sokabilecek kapasitede yöneticileri, seçebilecek bilgi birikimine sahip seçmenlere sahip olurduk.

* Böyle bir seçmen, bu ülkenin, çok güçlü bir demokrasiye sahip olmasını sağlardı.

* Halkları sürekli didişen, birbirini yiyen bir ülke değil; birbirine sarılan, aklını kullanan, uzlaşmasını bilen halkları olan bir ülke olurduk.

* Bugün olduğu gibi gelişmiş ülkelerin eline, avucuna bakan bir ülke değil; o ülkeleri, elimize avucumuza baktıran bir ülke olurduk.

* Bugün olduğu gibi hak, hukuk, adalet diye sokaklara dökülmezdik.

* İşsizlik sorunumuz olmazdı.

* Dinimizi doğru yorumlar; hacının, hocanın ağzına bakmaz, tarikatların elinde oyuncak olmazdık.

* Güçlü, sağlıklı ve tutarlı bir eğitim sistemimiz olurdu.

* Tüketen değil, üreten, kendi kendimize yeten bir ülke olurduk.

* Böyle bir durumda güçlü bir ekonomiye sahip olurduk.

Yani?

Yani en azından bir İsveç, bir Norveç, bir Finlandiya olurduk.

Ama olmadık.

Olamadık.

Oldurmadılar.