Her gün, diğer günlerimin aynısıydı. Aynanın kenarında duran boyalardan yüzüme gülümseyen bir maske yapıp iş yerime gidiyordum. İşe gidip asansörün bozuk olduğunu, yavaş çalıştığını görmek sinir bozucu bir durumdu. Merdivenleri kullansam daha hızlı çıkardım ama ofisim yedinci kattaydı. İşte bu durum çok can sıkıcıydı. Her ay yaptırıyorlardı ama yine de bozuluyordu. Mecburen rutin yaptığım bir şey olarak tin tin giden asansöre bindim. Arkamdan eli yüzü oldukça düzgün bir adam bindi. Asansörün kapısı kapanır kapanmaz elle, sözle tacize başlayınca anladım ki insanların görünüşleri içlerini yansıtmıyordu. Adamın elinin yüzünün düzgün olması sadece içinin yalancı yüzünü saklayabiliyordu. İnsanların yüz ifadelerine inanmam gerektiğini kim söylemişti bana?
"Ne yapıyorsun sen!" dedim, kavga etmeye bağırmaya başladım. Sanki dipsiz bir kuyudan sesleniyordum ama kimse beni duymuyordu. Hatta bağırmayayım diye ağzıma ağzıma vurmaya başladı. "Bütün kadınlar ellenmek ister, ben senin bu isteğini gerçekleştiriyorum." dedi, eliyle ağzımı kapattı. Vücudumun bütün yerlerinde elleri geziniyor, ıstırap içinde kıvranmam ona büyük bir zevk veriyordu. Ne kadar çabalarsam çabalayayım elinden kurtulamıyordum. Küçücük asansörde elinden kurtulsam ne olacaktı? Asansörün içerisinde beni yere yatırdı, kıyafetlerimi parçalayarak çıkarmaya çalıştı. Yapma etme dedikçe zevkle gülümsüyordu. Şimdi anlatırken bile içim buz gibi oldu. Kafama çok şiddetli vurunca bir an sersemledim. Asansör aniden durup kapısı açılınca kendime geldim, yakalayın şunu diye bağırmaya başladım. Güvenlik hemen yakaladı elbette ama adam bana bakıp gülüyordu. 0 an "Senin canına okuyacağım!" diye tehditler savurmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden.
Beni alıp hemen en yakın hastaneye götürdüler. Ağlamamı bir türlü durduramıyor, kendimi kontrol edemiyordum. Gözlerim ağlamaktan, elim yüzüm ise aldığım darbelerden şişlikler içindeydi. Kollarımdaki ve bacaklarımdaki sıyrıklara pansuman yaptılar ama yüreğim kanıyordu.
*
Nisa’nın anlatımıyla böyle başlıyor Elif Kaymazlı’nın ilk romanı “Kayıp Düşler Kitabı”…
Bizim gazetedeki “Elif’in Penceresinden Senfoniler” köşesinde yazdığı yazılarında da son derece “cesur” Elif…
İşlediği konularla da, diliyle de…
Bir “Karadeniz kızı” çünkü o…Kimi zaman çarşaf gibi, dingin, duygu denizi…Kimi zaman alabildiğine hırçın…İnandığı şeyler için, öfkeli çırpınışlarla kavgasını veren bir özgürlük savaşçısı…
“Kadına yönelen şiddete hayır!” demiyor mu zaten daha ilk sayfada.
Kadın ruhunu anlamayanları resmediyor çokça, bu ilk romanında…Ama, bir duygu kadınının ruhunu, tüm duygu kadınlarının ruhlarını deryalara dönüştüren anlatımlarla…
Köşe yazıları da öyle; sanırsınız ki “bunalım takılıyor”…
Oysa, bir de görüyorsunuz ki, gürül gürül duygu ırmakları geçiyor bu genç kadının yüreğinden…
Yazıya dökmeye yetişemiyor adeta…
İlk yazısında farkettim bunu.
Bu kadar güçlü bir duygusallık, olur şey değil!
O andan beri “tam bir duygu kadını” diye niteliyorum O’nu.
Çok güzel bir evliliği var; alabildiğine mutlu. Ama, yüreği Karadeniz sanki; çırpınıp duruyor esintilerle…Kabarıp coşuyor kopan fırtınalarla…
Özüyle, sözüyle güzel bir insan velhasıl…
O’nu daha doğru anlatacak sözcük belki “dobra”…
Evet evet, tam da bu…
*
Bazen soruyorlar bana "Nasılsın?" diye. Sadece "İyiyim." diyebiliyorum.
Oysaki evvel zamanda bir Yusuf masalının içinde kayboldum, Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğmayı bekliyorum "sessizce" diyemiyorum. Sonbaharda sıkıca ağaca tutunan sarı bir yaprağım. Cılız bir esintinin darbelerine dayanmaya çalışıyorum. Ha düştüm ha düşeceğim gibi öyle eğreti duruyorum, diyemiyorum.
"Seni yılmış bir mevsimde, güneş batmak üzereyken, ilk tanışmamızda giydiğin beyaz elbisenle düşlüyorum. Tıpkı bir melek gibiydin." demiştin. İşte o meleğin yüreği şimdi kırık dökük heceler gibi, yeni cümleler kuramıyor.
"Ruhun tertemiz baharlar gibi, sıcacık gülümsüyorsun ve hayal kırıklığının ne demek olduğunu öğrenmemiş bir çocuk gibisin." diyordun. Neden hayal kırıklıklarımı bildiğin halde ruhuma nefesini üflemedin, hep saklandın?
"Seninle, zamanın önceki zamanında tanışsaydık keşke." demiştin. Söyle be can, bu yaşadığımız zamanın başka bir zamanı var mı? Neydi bu zamandan alıkoyan seni?
Ne olurdu, bir ağacın yaprağının ardından sızan ışık kadar umut olsaydı, seni ömrümün sonuna kadar beklerdim.
Buraya yazdığım harflerimde gezinen, kirpiklerimin ucuna düşen sendin. Ne olurdu beni sevseydin.
Bundan böyle işlediğim her günahı sana yazıyorum, bunu bil.
*
Bu da son sayfası romanın…
Arada su gibi akıp giden bir öykü…
Gürül gürül bir duygu ırmağı…
Nisa’nın son gücüyle yaşama tutunma çırpınışlarına, Yaprak’ın hazin aşk masalının karıştığı…
Eline, yüreğine sağlık Elif…
O güçlü kaynaktan fışkıracak yeni ırmaklar bekliyoruz senden.