Kocaman mavi gözlerindeki hüzünle, annemi çok özledim diyordu. Neden gelmiyor? Artık, beni sevmiyor mu? Beni hiç özlemedi mi? Bu sorular yüreğini ince ince dişliyordu.
Sevmek; annesinin gözlerinde, kendini gördüğündeki renkti. Annesinin o gözlerindeki sevme renklerini özlemişti. Annesi bu yuvaya bırakalı üç koca sene geçmişti. Bu sene okula başlayacaktı.
Her hafta pazar günü bahçenin demir parmaklıklarının ardında annesinin gelişini beklerdi. Ne güzel diye içinden geçirdi, acı bir ses tonuyla, yolun karşı kaldırımında annesinin elini sıkıca tutan bir çocuk gördü. O da annesinin elini sıkıca tutmak ve bir daha bırakmamak istiyordu. Yolun karşı kaldırımında gördüğü Çocuğun bir an ayağı takıldı yere düştü, ağlamaya başladı. Annesi çocuğun o acıyan yerini öptü öptü öptü ve tekrar yürümeye başladılar. İçindeki seslerle konuşarak, benim de çok düşüp kalktıklarım oldu, ama annem hiç yanımda yoktu, hep kendi yaralarımı kendim öptüm iyileştirdim, diyordu.
Bazen annesine çok kızıyordu. Buradan neden hala almadığına cevaplar bulamıyordu. Evimize neden gidemiyoruz artık, diye ağladığı geceler oluyordu. Evini çok özlemişti ve köpeği Zeytin’i de burnunda tütüyordu. Bir gün annesiyle sokakta gezerken buldukları köpeğiydi Zeytin. Adını simsiyah tüylerinden dolayı zeytin vermişti. Onunla oynamayı çok seviyordu. Her gün, annesinin koynunda yattığı geceleri düşünüp uykuya dalıyordu.
Babasını hiç görmemişti. O daha bebekken babası bırakıp başka bir kadınla evlenmişti. Babanın ne demek olduğunu televizyonda izlediği filmlerden öğrenmişti. Şu evrenin bir yerlerinde benim de bir babam var, ama beni neden hiç merak etmiyor? Beni tanımıyor, görmüyor ve sevmiyor diyordu. Pamuk, gerçekten beni tanısa sever değil mi? (Pamuk annesinin doğum gününde getirdiği oyuncak tavşanı) Aynanın karşısına geçip kendini incelediğinde, gözlerim herhalde babama benziyor, yoksa annemin gözleri siyah diyordu.
Annesi kaç haftadır ziyaretine gelmemişti. Yoksa hasta mı olmuştu da gelmemişti sorusu içini kemiriyordu. Gözlerindeki mavi bulutlar griye dönmeye başlamıştı. Bunları düşünürken televizyonun karşısındaki koltukta uyuya kalmıştı. Rüyasında karanlık bir tünelde, tünelin öbür ucunda kendine doğru yaklaşan annesine benzeyen bir gölge gördü ve rüyasının içinde sevinçten ellerini çırpmaya başladı. Kollarını onu kucaklayacak gibi açtı ve birbirlerine sarıldılar. Onun o anne kokusunu ciğerlerinin içine hapsetmek için kocaman soluk aldı. Bir dahaki gelişine kadar içinde tutmak istiyordu. Onsuz buralarda neler yaptığını anlatıyordu, annesi de usulca kafasını sallıyordu. Tek bir kızım lafı çıkmıyordu ağzından, biraz inciniyordu ama ona fark ettirmek istemiyordu. Annesinin gideceğinden korkuyordu. Çünkü annesinin kolları iki yanında sallanıyordu. Sonrasında annesinin gitmek istediğini anladı ve yine gel diye sımsıkı sarıldı. Annesinden ayrılmak, kokusuna hasret yaşamak istemiyor ve kollarını bırakmak istemiyordu. Gidecek kararlı diye düşündü ve kollarını salıverdi. Arkasından el bile sallayamadı. Çünkü kolları kırık dökük bir sandalye gibi kalıverdi.
Uykuya daldığı koltuktan usulca kalktı ve bahçeye doğru koşmaya başladı. Annesi gelmişse onu görsün ve beklediğini bilsin istiyordu. Annesi o gün gelmedi. Kocaman mavi gözlerindeki yıldızlar kayboluverdi. Hayatta noktası hiç konmamış yitik bir cümle gibi orada öylece zamanı donduruverdi. Yanağından toprağa çığlık çığlığa bir gözyaşı düştü.
Sevgili okurlar, ‘Her gözyaşının hikâyesini içindeki resimlerden anlayabilirsiniz.''