Sıkıntılı yarım saatlik bir zaman geçti. Saat beşe geliyordu.

Yukarıdan Astsubayın sesi duyuldu.

“Geliyorlar komutanım,” dedi. Batı yönünden… Ama sadece iki kişiler.”

“Tamam Selim. Sağ ol! Gelebilirsiniz aşağıya!”

“Sizler de yerinizde kalın, dikkatli olun arkadaşlar!” dedi askerlere.

Selim Astsubay da inmişti yanına.

Mağaranın önündeki kayanın arkasındaydılar. Kayanın kıyısındaki çalılık da mağaranın önünü gözetlemesine olanak sağlıyordu.

Pala, yanında Kuru Mıstık’la birlikte ilerdeki kayanın köşesinden göründü. İvedi adımlarla geliyorlardı. Mağaranın önüne gelince durdular. Kızgındı Pala.

“Ulan herifçioğlu şuraya kadar gelmedi!” dedi.

“Gelmez Abi,” dedi Kuru Mıstık. “Adamdaki gövdeye baksana. Yürüyemez bu kayalıkta. Hem, düz arazi de teslim almak varken buraya niye gelsin ki?”

“Biz hesabımızı ona göre yapmıştık ama!”

“Ne fark eder ki Abi!”

“Çok şey fark eder oğlum! Sen anlamazsın!”

“Her neyse Abi! İçim sıkılıyor benim! Bir an önce şu malı teslim edip paramızı alsak da bu yükten kurtulsak!”

“Kuşkun mu var oğlum? Elbet alacağız!”

“İnşallah bir terslik çıkarmazlar!”

“Ne tersliği çıkaracaklar ulan!? Yani malı alıp, parayı vermiyorum mu diyecekler?”

Ardından, Kuru Mıstık’ın yakasını toparladığı gibi tabancasının namlusunu, şakağına dayaması bir oldu.

Kuru Mıstık’ın ayakları yerden kesilmiş, oldukça da korkmuştu.

“Ne yapıyorsun Abi?!”

“Hele bir kelek yapmaya kalkışsınlar; zindan ederim dünyayı onlara ulan! Bitiririm işini Camız’ın! Ben bu işe hayatımı koymuşum oğlum!” dedi.

“Yapma Abi! Şeytan doldurur derler! Şakası olmaz silahın!”

Bıraktı yakasını.

Kuru Mıstık derin bir soluk alıp verdikten sonra:

“Ağabey ne olursun, alıp götürelim bir an önce şu malı! Kurtulalım kaygısından!”

“Tamam oğlum, tamam!”

Mağaranın önündeki çalıyı çekip, peş peşe girdiler mağaraya.

Derin bir soluk alıp koyuverdi Ahmet Yüzbaşı:

“Alıcılar gelmişler ama buraya gelmemişler. Haydi bakalım,” dedi Astsubay Selimle, Uzman Çavuş Salim’e. “Erlerle birlikte biriniz bir yanını, biriniz de bir yanını tutun mağaranın girişinin.”

Denileni yaptılar sessiz ve ivedice.

Çok beklemediler. Bir süre sonra ağzı pek geniş olmayan mağaradan önce Pala çıktı elinde torbayla iki büklüm olarak. Daha doğrulmasıyla birlikte silahların namlusuyla burun buruna geldi. İki yandan da askerlerce çevrime alınmıştı.

Pala donakaldı şaşkınlıktan. Hiçbir davranışta bulunamadı. Ardından Kuru Mıstık da göründü mağaranın ağzında.

“Bu torba da ne kadar ağırmış...” diyecek oldu. Sözünü tamamlayamadı. Önce silahların namlusunu gördü, ardından askerleri… Torbayı yere bırakmasıyla ellerini havaya kaldırması bir oldu.

Pala çaresizlik içinde kıvranıyordu.

Tam karşılarındaydı Yüzbaşı. Askerlerin silahları gibi onun tabancasının namlusu da üzerlerine doğrultulmuştu.

“Yanlış bir davranışta bulunmayı aklınızdan geçirmeyin sakın! Yoksa çok pahalıya ödersiniz bunu!”

İşte o zaman her şeyin bittiğini anladı Pala.

“Tamam komutan,” dedi. “Teslim oluyoruz!”

O da ellerini havaya kaldırdı.

“Yüzükoyun yere yatın! Ellerinizi de başınızın üzerine koyun! Haydi çabuk olun!”

Pala’yla Kuru Mıstık şaşkın bir durumda denileni yaptılar.

Diğer askerler de Yüzbaşı’nın işareti üzerine bulundukları yerden çıkıp geldiler oraya.

Astsubay Selim ikisinin de üzerini aradı. Pala’nın tabancasını aldı. Kuru Mıstık’ın üzerinden de bir bıçak çıktı. Ellerini birbirine kelepçeledikten sonra kaldırdılar ayağa. Kuru Mıstık ağlamaya başlamıştı. Pala’ya çıkışıyordu:

“Dağ deyip danılama dağın da kulağı vardır, demiştim sana Abi! Ama dinlemedin beni. Yaktın ikimizi de!”

Pala’nın yüzü önce sararmış, sonra da kararmıştı. Düşte mi gerçekte mi olduğunun pek ayırtında değilmiş gibiydi. Kötü bir düş görüyor olmalıydı. Nasıl olur da yakalanırdı? Oysaki planını ne güzel yapmıştı. Onları kim görmüş, kim haber vermişti acaba?

(SÜRECEK)