Güldü Zeynep.

“Ne yaparsınız işte, bu da benim merakım. Dağın her yanını görmek, bilmek ve tanımak istiyorum. Hem hoşuma da gidiyor doğayla baş başa kalmak. Mağaranın içini de çok merak ettiğim halde bir daha gelememiştim.”

“Kısmet bugüneymiş demek ki,” dedi Özgün. “Bugün birlikte göreceğiz,”

“Göreceğiz,” dedi Emre. “Belki de mağarada Kırk Haramiler’in hazinesi vardır. Onları bulur, zengin oluruz.”

“Senin de işin gücün para, pul,” dedi Cemre.

Yeniden yürüdüler dereye yukarı. Yamaca, sıra kayalığa doğru tırmandılar. Buralar, her ne değin kayalık olsa da yer yer meşeler ve ardıçlar vardı yamaçlarda.

“İşte,” dedi Zeynep. “Oradaki iri kaya parçasının hemen arkasında mağara. Yirmi beş, otuz metrelik bir yolumuz kaldı.”

Onlar on beş yirmi adım daha yürümüş yürümemişlerdi ki, önlerinde yürüyen Gamsız birden durdu, kulak kesildi; sonra hırlamaya başladı.

Zeynep köpeği boynundan kucaklayıp sessizce:

“Sus Gamsız!” dedi.

Hayvan, canlı bir şeyin varlığını duyumsamış olmalıydı.

Zeynep, arkadaşlarına dönüp, işaret parmağını dudaklarına götürerek; “susun ve gizlenin” işareti yaptı.

Çocuklar birbirlerine yakındı zaten. Hemen oradaki kayanın arkasına çekildiler. Önlerinde bir de ardıç ağacı vardı. Onun dalları da onları güzelce gizliyordu.

Çok sürmedi; ilerdeki kayanın ardından iki adam çıktı. Konuşarak kendilerinden yana geliyorlardı.

Çocuklar soluklarını tutup beklemeye koyuldular.

Adamlar gelip, kayalığın önündeki o iri kaya parçasının önünde durdular. Kayanın kıyısından eğilip baktı Zeynep. Sonra fısıltıyla:

“Tam mağaranın önündeler! Aman çıt çıkarmayın.”

Diğerleri de eğilip baktılar adamlara.

Ardıcın dallarının gerisinden onların adamları görmesine karşın, adamların onları görmesine olanak yoktu. Öylesine korunaklıydılar. Adamlardan birisi, uzun boylu, orta yaşlı, kırçıl, top sakallı, yeşil gömlekli, kot pantolonluydu. Diğeriyse ondan daha kısa boylu, zayıf, orta yaşlı, sakallı, şapkalı birisiydi. Sonra, oturdular oraya. Yönleri dereye aşağı idi. Çocuklarla aralarındaki uzaklık 10-15 metre var, yoktu.

Çocuklar adamlara görünmemek için gizlendikleri yerde biraz daha eğildiler. Soluk alıp vermeye bile çekiniyorlardı sanki. Yürekleri küt küt atıyordu heyecandan. Zeynep Gamsız’ın boynuna sarılmış, bırakmıyordu. Hayvan da tehlikeyi sezmiş olmalı ki o da pusmuştu iyice; sesini çıkarmıyordu. Merakla adamları izlemeye koyuldular.

Kimdi bu adamlar? Ne arıyorlardı buralarda? Tipleri hiç de güven vermiyordu kişiye.

Çocukların kafasında adamlara yönelik bir yığın çözümsüz soru dolaşırken, uzun boylusu cebinden bir sigara paketi çıkarıp bir sigara yaktı. Öbürüne de uzattı bir tane. Birlikte tüttürmeye başladılar. Uzun boylu olanı biraz öfkeli görünüyordu.

Beriki:

“Abi bir daha arasan şu Camız Şevket’i! Belki gelmiştir. İki gündür perişan olduk şu dağın başında. Haber versek de bir an önce gelip alsalar. Çoluk çocuk da merak etmişlerdir beni bir haftadır.”

“Biraz daha sabırlı olacağız Kuru Mıstık. Ankara’dan henüz dönmediğini söylüyorlar işte. Adamın tüm işi bu değil ki. Kim bilir hangi işin peşinde koşturuyordur. Ondan habersiz de adamları hareket edemiyorlar.”

“Şayet yine gelmediyse, başka birileriyle temasa geçsek be Abi. Adam mı yok memlekette malımızı alacak?”

“Adam çok da, Camız Şevket gibisi yok bu alemde. Eli kolu uzun; güvenilir adam. Onu atlayıp başkalarıyla iş yapanların durumu ortada. Örneği, Cıbır Cemil. Açıkçası, onun durumuna düşmek istemem. Biliyorsun, alıcı kılığına girmiş jandarmanın tuzağına düştü enayi. Sonuçta, hem birkaç milyarlık maldan oldu; hem de özgürlüğünden. Mahkemesi hala sürüyormuş. Kaç yıl yatacağı da belli değil daha.”

“Abi güvenilir bir ikinci adam yok mu sence?“

“Ne yazık ki yok bence. Açıkçası, Camız Şevket’ten başkasına güvenemiyorum. Jandarma, çok sıkı bir biçimde kaçak işinin peşinde. Camız’a ulaşıncaya kadar bekleyeceğiz. Görüyorsun, malı kente bile indirmeye cesaret edemiyoruz. Niye? Mal arabadayken güvenlik güçleri yolumuzu çevirip, bir arama yapsalar; ne olur halimiz?

(SÜRECEK)