Geldikleri yöne doğru dönüp oturdular. Dereye aşağı baktılar. Kuşbakışı görünümü etkileyiciydi.

“Bu yandan görünüşü de görkemli Özgün. Söğüt ağacının üst bölümü görünüyor.”

“Karşı yamacın yarısı yürümüş Emre. Tabanı da oldukça   derin. Ya şu karşıki kayalar!”

“Çantamı üzerine bırakır bırakmaz, nasıl da savrulmuştu aşağıya. Açıkçası, unutamayacağımız bir serüven yaşadık.”

“Yaşadığımız bu serüveni bir öyküye dönüştürürsün artık  Cemre.”

“Siz yazmaz mısınız peki? Sen de, Özgün de yazmalısınız bunu!”

“Evet yazmalıyız.”

“Buradan sadece dere değil, birçok yerler görünüyor,” dedi Özgün.

“İşte Yayla’dan inip izlediğimiz yerler. Akdağ’la Karadağ’ın arasındaki vadinin bir bölümü…”

Saatine bakan Cemre:

“Aaa!” dedi “Saat altıya çeyrek var.”

“Büyükbabam gelmiş;  bizi de merak edebilir, diyorsun?”

“Evet, öyle demek istiyorum.”

“O zaman hemen kalkalım. Bu kadar dinlenme yeter. Çok yolumuz var.”

Kalkıp, Suludere yamacının Dostlu Tepesi’yle buluştuğu kıyı kesimini izleyerek yürüdüler.

“Bir saate kalmaz, ulaşırız Yayla’ya.”

“Varırız sanırım Emre. Bu yandan çıkışımız bir bakıma iyi oldu. Merak ettiğimiz Dostlu Tepe’sini de görmüş oluyoruz böylece.”

“Sadece görmekle kalmıyor, buradan karşı tarafı da oldukça geniş bir açıdan seyretme olanağı buluyoruz.”

Emre aklına yeni gelmiş gibi:

“Sahi dedi “Çektiğimiz sıkıntıdan resim çekmek  aklımıza gelmedi.”

“İyi anımsattın.”

Çantasından fotoğraf makinesini çıkaran bir iki açıdan resim aldılar sırayla.

Tepe düz, keskin bir uçurumla birden bire başlayan  Suludere yanı ise, korkunç bir derinlikte ve ürperti vericiydi. Ardıçlarla meşeler Dostlu’da iç içeydi.

Çok sürmedi, arazinin meyli burada düzleşmişti. Dümbüldeyik’in Burnu’nun tam karşısınaydılar. Oradan Suludere’nin görünümü oldukça heyecan verici; suyun sesi ise, gizemli bir çağrı gibiydi. Dostlu’nun en yüksek noktasındaydılar. Buradan tüm Suludere Ormanı, Evkaya’ya yukarı göründüğü gibi; Yayla, ve gerisindeki Yüceçal da onların gözerimindeydi.

Cemre heyecanla:

“İşte büyük dedemlerin tarlası,” dedi. “Orayı bulduk mu, Yayla’ya çıktık demektir.”

“Suludere Ormanı’nın resmini bir iki açıdan almalıyım.”

“Ben de almalıyım Özgün,” dedi Emre.

Peş peşe aldılar.

Sarıkis’in karşısına geldiklerinde ise tepe birden bire sonlanmıştı. Buradan itibaren dik bir iniş başlıyordu. Dereye inen bir patika vardı burada. Bu davar patikasını izleyerek dereye indiler. Oldukça yorulmuş ve terlemişlerdi. Suyla buluştular. Bir güzelce ellerini yüzlerini yıkayıp serinlemeye çalıştılar.

Sonra oturdular, suyun kıyısına.

“Yolumuz az kaldı ama canımız da az kaldı,” dedi Özgün.

“Kurtulduk ya oradan. Ben her türlü yorgunluğa razıyım. Değil mi Emre? Hem akşam yemeğimizi yeyip yattı mı, deliksiz bir uykuyla sabaha bir şeyimiz kalmaz.”

“Haklısın Prenses. Ya derede kalsaydık. Büyükbaba’mı düşünüyorum da biz dönmeyince, ne hale gelirdi  kim bilir?”

“Belli bir saate kadar bizi bekleyecek. Biz yokuz! Güneş batacak, ortalık kararacak. Biz yine yokuz! Bir panik, bir telaş başlayacak ki onda, sorma gitsin!” dedi Özgün.

“Koskoca bir dağ. Geçit vermez bir orman. Dehşet verici kanyonuyla Suludere! Gece nereye baksın, nereyi arasın Büyükbabam? Ay her akşam biraz daha geç doğuyor. Nereye seslensin karanlıkta? Emre, Cemre, Özgün!..” diyerek.

“Böylesini düşünmek bile müthiş sıkıntı veriyor bana. Bize olan sevgisini bildiğimden, onun düşeceği durumu gözümün önüne getirmek bile istemiyorum,” dedi Cemre. “Açıkçası ben, Büyükbaba’mın yerinde olmak istemezdim doğrusu. Büyük olmak hem zor, hem de sorumluluğu çok ağır bir şeymiş.”

(SÜRECEK)