“Aklına gelen şey bizi buradan kurtaracak mı?”

“Belki!..”

Cemre heyecanlanmıştı:

“Neymiş o aklına gelen şey? Çabuk söyle!”

“Biz,” dedi Özgün. “Dereden çıkmayı hep indiğimiz kesimden yana, yani köy ve Yayla yanına göre düşündük. Ters yöne çıkış olabileceğini hiç hesaba katmadık.”

“Eee!”

“Neden derenin bir de doğusundan, yani Dostlu yanından bir çıkış yolu olup olmadığını düşünmüyoruz.”

Emre de heyecanlanmıştı:

“Anladım,” dedi. “Aksi yön, diye aklımıza bile getirmedik o yanı!”

“Söğüt ağacının olduğu yere kadar kanyonun doğu yanı da dimdik kayalarla kaplı, ama belki yukarıda doğu yönüne doğru bir çıkış yolu bulabiliriz”

“Yaşasın!” diye bağırdı Cemre. “Hay aklınla çok yaşa Prens Hazretleri!”

“Eğer oradan çıkabilirsek, Dostlu tepesine tırmanıp, bir baştan bir başa yürüyerek Sarıkis’in önüne, Sırçalı yoluna inebiliriz…”

“Oradan da Yayla’ya rahatlıkla ulaşabiliriz,” dedi Emre. Yolumuz biraz uzayacak ama önemli değil. Önemli olan buradan kurtulmamız.”

Cemre, yeni bir umutla rahatlamıştı biraz.

“Evet! İnşallah kurtuluruz!”

“İnşallah!” dediler.

“Ne ise,” dedi Emre. “Bir an önce gidelim de bakalım oraya!”

Yürüdüler ivedi ivedi.

Bir süre sonra söğüdün altındaydılar.

“Ey söğüt ağacı!” dedi Emre. “Söyle bize. Dostlu yanına bir çıkış yolu var mı?”

Kulağını gövdesine dayayıp, dinler gibi yaptı. Kendisine bir şeyler fısıldanıyormuş gibi dikkat kesildi, sonra:

“Ya!” dedi. “Çok sağ ol söğüt ağacı! Bu iyiliğini hiç unutmayacağız.”

Cemre’yle Özgün de içinde bulundukları durumu unutup, gerçekmiş gibi, Emre’nin oyuna kaptırmışlardı kendilerini.

“Ne diyor? Bir umut var mı?”

Emre ciddi bir tavırla:

“Evet, arayın, bulursunuz diyor.”

Söğüt ağacının geri yanındaki kayalıklara baktılar bir süre. O kayalık yamaçtan aşağı inen seller küçük bir derecik oluşturmuş, tonlarca taş, toprak çakıl yığmıştı tabana. Tabanın dere yanı, böğürtlen çalılarıyla ve her türden yabani otlarla kaplıydı.

“Şuradan geçelim,” dedi Özgün. “Ancak çalılara dikkat edin, elinizi yüzünüzü çizdirmeyin!”

DOSTLU’NUN DOSTLUĞU

Kanyonun yanı başındaki kayanın eteğinden o yana doğru bin bir güçlükle yürüdüler. Yukarılardan aşağı derin bir kanal gibi tabana inen o küçük dereciğin ağzındaki yığıntı yamacı tırmandılar. Bu derenin içindeki İlk set dört beş metre yüksekliğindeydi. Bu oluksu kayanın içinden çıkmak olanaksızdı. Ancak yandaki kaya uzantısının üzerine çıkabilirlerse, ötesinin durumu görülebilir; çıkıp çıkamayacakları anlaşılırdı. Çünkü, kayalar yukarılara doğru aşamalı olarak basamak basamak yükseliyordu.

“Buradan şansımızı deneyeceğiz,” dedi Özgün.

“Evet,” dedi Emre. “Şu yandaki kayanın üzerine bir çıkabilirsek, ötesini görebiliriz. En iyisi siz burada bekleyin, ben çıkıp bir bakayım.”

“Tamam Emre. Kayanın kıyısındaki ardıç ağacından tırmanıp oradan kayanın üzerine geçebilirsin.”

Cemre heyecanlıydı:

“Aman dikkat et Emre!”

“Göreyim seni Emre!”

“Merak etmeyin, dikkat ederim.”

Biraz zorlandıysa da ardıç ağacından kayaya geçti Emre.

Kayanın üzerinden kendine özgü bir zafer işareti yaptı.

“Nasıl görünüyor yukarılar Emre?”

“Oldukça dik ve korkunç. Sekiz on metre kadar daha gidebilirim sanıyorum Özgün.

Bir kaya boynu var. Orası tehlikeli görünüyor. Ama ötesi de görünmediği için, bir şey söylenemez!”

“O zaman biz de geliyoruz.”

“Tamam siz de gelin.”

“Hadi Prenses. İnşallah buradan kurtulacağız.”

“İnşallah!..” dedi Cemre heyecanla.

“Önce sen tırmanacaksın ardıç ağacına. Yalnız çok dikkatli ol! İstersen destek verebilirim sana.”

“Merak etme, tırmanabilirim ben!”

(SÜRECEK)