Kısa sürede kanyona indikleri yere ulaştılar. Yardan, ağaç köklerine ve dallarına tutunarak çıktılar yukarı. Dalların arasından geçip, kaydıkları yamaca baktılar. Otuz kırk metrelik bölümde tutunabilecekleri tek bir ağaç ve çalı yoktu. Bu bölümü tırmanabilirlerse öte yanını da çıkabilirlerdi.

“Burası bu kadar dik miydi Emre?” diye sordu Özgün.

“Dik değildi de neden kayıp indik aşağı? Elbette dikti.”

Cemre umutsuzca bir “uf” çekti.

“Buradan çıkmak olanaksız!”

“Ama Prenses, henüz denemedik ki.”

“Doğru; denemedik..” dedi Emre. “Neden hemen umutsuzluğa kapılıyorsun?”

“Görünen köy kılavuz ister mi? Buyurun deneyin bakalım, kaç adım çıkacaksınız?”

Emre’yle Özgün, her ikisi birden yürüdüler. Daha üç dört adım atmadan gerisin geri kaydılar. Bir daha denediler, yine kaydılar. Yamaç o kadar dikti ki, yüzeydeki taşlara basar basmaz ayakları taşlarla birlikte kayıyordu gerisin geriye. Ve de yüzükoyun kapaklanıyorlardı. Bu kez eğilerek, bir yandan da elleriyle tabandaki taşlara tutunarak çıkmayı denediler. Tüm çabalarına karşın beş altı adımdan fazla gidemediler. Yine kayarak Cemre’nin yanına kadar indiler.

“Neden çıkamıyoruz Emre?” diye öfkeyle bağırdı Özgün.

“Oysaki inerken ne rahat inmiştik!”

“İnmemiştik canım!” dedi Cemre. “Kaymıştık!..”

“İnmiştik ya da kaymıştık. İkisi de aynı kapıya çıkar.”

“Aynı kapıya çıkmaz canım! Kayma olayı bizim istencimiz dışında gelişti. Kaymadan inmeyi başarabilseydik, çıkmayı da başarabilirdik belki.”

“Doğru söylüyorsun Prenses. Kayarak inilen yerden yürüyerek çıkılamıyor demek ki. Bunu da öğrenmiş olduk.”

“Haklısın,” dedi Emre. “Bu da bir deneyim sayılır. Ama biraz pahalıya mal olan bir deneyim.”

Cemre paniklemişti:

“Peki şimdi ne yapacağız?”

“Bilmem,” dedi Emre. “Ama mutlaka bir çıkış yolu bulmalıyız.”

“Bir kez daha deneyelim Özgün.”

“Sen benden daha zayıf ve pratiksin. Başarabilirsen eğer, bize yardım getirebilirsin.”

Bir kez daha denedi Emre. Tüm çabasına karşın beş altı adımdan fazla çıkamadı yine. Kızaklayıp dalların altına kadar kaydı gerisin geri.

“Olmuyor, olmuyor!..” dedi öfkeyle.

“Tek çıkış yolu burası, buradan da çıkamıyoruz,” dedi Cemre. “Kanyon dimdik kayalarla çevrili. Aşağısı çağlayan, inilemiyor. Piknik yaptığımız yer, buralardan da çetin. En alçak yeri bir kavak boyu.”

“Büyükbaba’mın mektuplarında da okuduk,” dedi Özgün. “İlk çıkışını, oradaki o sürekli yayan yamaçtan yapmış ama onu da nasıl başarmış bilmiyoruz. Ama denemeyi kimseye önermiyor. Son üç gelişinde de aşağıdaki çağlayandan merdivenle çıkıp inmiş.”

“Sonuç olarak, bir başka çıkış yolu belirtmemiş yazdıklarında.”

Cemre ağlamaksı bir sesle.

“Kaldık burada öyleyse! Bizi kimse bulamaz burada. Zeynep’in bile haberi yok buraya geldiğimizden!..”

“Sakin ol Cemre,” dedi Özgün. “Hiçbir şey dünyanın sonu değil.”

“Dünyanın sonu değil elbet! Bizim sonumuz!..”

“Panik yapma Prenses. Özgün doğru söylüyor. Buradan çıkamasak bile, Büyükbaba’mın bizi bulacağına ve mutlaka kurtulacağımıza inanıyorum ben.”

“Onlar bizi buluncaya kadar, açlıktan ölürüz burada.”

“Korkma. Burada günlerce kalacak değiliz ya. Çabucak bulurlar bizi. Hem çantalarımızda bu akşama yetecek ekmeğimiz de var.”

“Önce buradan kanyona inip, söğüdün altına varalım,” dedi Emre. Orada kayalar daha yüksek ama dereyi görüş alanı geniş. Kayaların başından geçen birileri bizi görebilirler orada.”

“Doğru söylüyorsun Emre. Burada beklemenin de bir anlamı yok. Hadi hemen gidelim.”

Dalların arasından geçip yeniden kanyona indiler. Daha yürümemişlerdi ki Özgün birden durdu.

“Bakın!” dedi. “Büyükbabam bir kezinde; “en umutsuz anlarda bile, umudunuzu yitirmeyin. Umudu yitirmek, her şeyi yitirmek demektir,” demişti.”

“Bunu söylemek için mi durdurdun bizi bay Prens?”

“Hayır Cemre,” dedi Özgün. “Salt onu söylemek için durdurmadım. Bir şey geldi aklıma!”

(SÜRECEK)