“Evet Emre. Mektup yazacaktık,”

“Haklısın. Nasıl ki Büyükbaba’mın mektupları bizim elimize ulaştı. Bizim mektuplar da belki başkalarının eline ulaşabilir.”

“Çünkü indiğimiz yerden buraya kadar, gölgesinde oturup dinlenecek başka uygun bir yer yok. Burada oturanın mutlaka dikkatini çeker bu naylon poşet Özgün.”

“Umarız Büyükbabam gibi, bizim gibi, serüvenci gözükaralar çıkar da, inerler buraya. Ve de mektubumuz ulaşır ellerine.”

Çantalarından defter kalem çıkardılar. Sonra bir süre düşündüler ne yazacaklarını. Karşılıklı düşünce alış verişi yaptılar aralarında. Cemre’nin de görüşünü almak için onun gelmesini beklediler. Bu arada boş durmadılar, kısa kısa notlar aldılar yazacakları konusunda.

Bir süre sonra Cemre geldiğinde onları bir şeyler yazarken buldu.

“Kolay gelsin beyler!” dedi.

“Ooo! Hoş geldiniz Prenses Hazretleri! “

“Hoş bulduk sayın Şehzade.”

“Sağlıklar olsun Prenses!” dedi Özgün.

“Çok sağ olun. Hayrola bu ne gayret böyle? Mektup mu yazıyorsunuz memlekete?”

“Memlekete değil ama. Bu kanyona bizden sonra ineceklere yazacaktık. Unuttun mu yoksa Prenses?”

“Onu yazıyorsunuz yani?”

“Hayır. Senin görüşünü de aldıktan sonra onu bir mektuba dönüştürmeyi tasarlıyorduk. Bunun için de kısa notlar alıyorduk.”

“Üçümüzün imzasıyla yazılsın diye düşündük.”

“İkinizin de kompozisyonu da benden aşağı değil. Siz yazın ben imzalarım.”

“Baş üstüne sayın Prenses!” dediler gülerek.

Cemre kırık tarağıyla saçını tararken onlar da mektubu yazmaya koyuldular. Az sonra da bitirdiler.

“Okuyorum, dinleyin!” dedi Özgün. “Eklenecek bir şey varsa söyleyin.”

“Dinliyoruz,” dediler Emre’yle Cemre.

11 Temmuz 2003, Cuma

Bu Mektubu Bulan Kişi Yada Kişilere,

“Bizler Zafer Aydın’ın Torunları Özgün, Emre ve Cemre’yiz. Büyükbabam bizi Yayla’ya çıkardı. Robinson Mehmet Amca’nın bahçesine kamp kurduk.

Yayla çevresini, Evkaya ve Suludere’yi gezdik. Oğlanuçuran Kayaları’nın adını duymuş, merak etmiştik. Büyükbaba’mızın köye indiği gün, fırsat bu fırsat dedik üçümüz birlikte bu kanyona indik. Buralar oldukça ilginç ve güzel yerler.

Bu söğüdün altında, bu poşetin içinde önceki yıllarda yazılmış, Büyükbaba’mın mektuplarını bulduk. Müthiş heyecanlandık. Bizden sonra buraya inen birisi bulur da okur diye, biz de bir mektubu yazıp aynı yere bırakıyoruz.

Mektubumuzu bulanlara selam gönderiyor, şenlikli güzel günler diliyoruz.”

Özgün, Emre ve Cemre

“Güzel olmuş!” dedi Cemre. “Elinize sağlık. Başka bir şey eklemeye de gerek yok.”

Üçü de imzaladılar mektubu. Sonra diğer mektuplarla birlikte özenle katlayıp, sağlam bir poşetin içine yerleştirerek önceki yerine koydular.

“Bakalım birilerinin eline ulaşacak mı?”

“Ulaşıp ulaşmadığını nasıl bileceğiz Prenses?”

“Ulaşan, mutlaka Büyükbaba’ma söyler,” dedi Özgün. “O haberdar olunca, bunu bizden saklayacak değil ya. Herhalde söyleyecektir.”

“Haklısın,” dediler.

KANYON ÇIKIŞ VERMİYOR

Saate bakan Emre:

“Saat dörde geliyor,” dedi.

“Gidelim artık değil mi Prenses. Geç kalmayalım.”

“Evet. Büyükbabam her ne kadar akşama doğru dönerim dediyse de biz yine de o gelmeden çadırımızda olalım.”

“Haklısın.”

“Kalkalım öyleyse,” dedi Özgün.

Bu arada Özgün’le Emre kuruyan çamaşırlarını giyindiler. Söğüdün altını da buldukları biçimde bıraktılar. Çantalarını sırtlarına, keplerini de başlarına taktılar.

Emre:

“Hoşça kal ey güzel söğüt ağacı! Unutmayacağız seni!” dedi. “Sen de bizi unutma!”

“Bizden sonra gelenlere Cemre’nin de selamını söyle! Anlat buradaki serüvenimizi.”

Yürüdüler dereye aşağı.

(SÜRECEK)