“Tarih sırasına göre dizelim de öyle okuyalım Cemre.”

mektuptan, dördüncü mektuba doğru dizdiler.

“Hazır mısınız dinlemeye?” dedi Özgün. “Okumaya başlıyorum. Bakalım ne yazmış Büyükbabam.”

“Başla!” dedi Cemre’yle Emre.

Başladı okumaya:

Birinci Mektup. 28 Haziran 1998. Pazar

“Nedense Suludere ve süreği hep ilgimi çekmiş, merakımı kamçılamıştır. Hele de ‘Oğlanuçuran Kayaları’… Neden bu ad verilmiştir bu yöreye? Köyün yaşlılarından aldığım yanıtlar tek cümlelikti ve aynı ortak noktada birleşiyordu.

“O kayalardan bizim köylü çoban bir çocuk düşmüş.”

dışında kimse bir şey bilmiyordu. Neden, niçin, nasıl ve ne zaman? Sorularım hep yanıtsız kalıyordu. Bir giz perdesi altındaydı her şey. Bense bu gizin peşindeydim. Ve o gizin izini sürerek geldim buraya.

Olayın üzerinden en az yüz yıllık bir zaman geçmişti. Karar verdim. Bu talihsiz ve adsız çocuğun dramını yazıp ölümsüzleştirecek; kültürümüze yeni bir yapıt kazandracaktım. Sonra oturup düşündüm günler ve geceler boyu. Öykü konuları tasarlayıp, öykü konuları kurguladım buralar üzerine. Sonunda, birinde karar kılıp, tamamladım bu çalışmayı. Kahramanının adını ‘Aliş’, kitabın adını da “Aliş’in Öyküsü” koydum.

Ama bana göre yine de eksik bir şeyler vardı bu çalışmamda. Olay mekanına, yani Oğlanuçuran Kanyonu’na inmeli, yürümeliydim, yüzyılların oluşturduğu o gizemli kanyonlarda. Yakından görmeliydim çağlayanları. Oraların ruhuma vereceği heyecanı, coşkuyu, sevinci doyasıya yaşamalıydım. Yaşamalıydım ki bunu da gerçekçi bir biçimde bu çalışmamda yansıtabilmeliydim.

Bu amaçla çıktım dağa. Buradan üç yüz adım kadar aşağıdaki çağlayanın üst yanından indim kanyona. İyi de oldu. Buraya kadar gelip, bu söğüdün altında oturdum, dinlendim.

Sonra suyu izleyerek buradaki kanyona girdim. Görünümü oldukça ilginç ve heyecan vericiydi. Bir süre yürüyünce, yine bir çağlayan çıktı karşıma. İki buçuk metrelik bu çağlayanı yukarı çıkmayı başardım. O gizemli kanyonda, suyun içinde altmış yetmiş metre yürüdüm. Sonra daha yüksek bir çağlayanla karşılaştım. Oradan yukarıya çıkamadığım için geri dönmek zorunda kaldım. Ardından bu çağlayanda güzel bir duş aldım. Buraları keşfetmemin kanıtı olarak da derede ve kanyonda resimler aldım. Buralarla ilgili notlar tuttum.

Biliyorum ki benden sonra bu kanyona inecek olanlar mutlaka bu söğüdün altına gelecekler. Çünkü başka uygun yer yok burada oturacak. Buraya gelip de bu notları ele geçirecek olan kişi ya da kişiler; bırakacağım kurşun kalemle siz de yazın birkaç satır. Paylaşalım, burada yaşanan güzellikleri.

Dönüşte ise, yürümüş olan bu yamaçtan çıkmayı düşünüyorum.

Sağlık ve esenlikler içinde serüven dolu, nice güzel günler dileğiyle… “

Zafer Aydın

Mektup burada sonlanıyordu.

“Çok ilginç,” dedi Emre.

“İlahi Büyükbaba,” dedi Cemre. “Yaşadıkça, bilmediğimiz ne çok yönlerini öğreneceğiz daha.”

“Bizim indiğimiz yerden inmiş olmalı. Tanımı oraya uyuyor.”

“Haklısın Özgün. Bu yürümüş yamaçtan çıkıp döneceğini yazıyor ama acaba çıkabildi mi?”

Yamaca yukarı bakan Özgün:

“Çok dik görünmüyor. Sanmıyorum ama…”

“Çıkmıştır,” dedi Cemre. “Büyükbabam kadar serüvenci insan tanımıyorum ben. Annem de anlatırdı.”

“Sahi,” dedi Özgün. “Diğer mektupları okumadan yorum yapmaya koyulduk hemen. Bakalım onlarda ne yazıyor? İkinciyi de sen oku Emre!”

“Tamam.”

İkinci Mektup 1 Temmuz 1999

“Bir yıl aradan sonra yine buradayım.

Bu kez yalnız değilim. Yanımda kardeşim Namık var. İki kaya parçasının arasına koyduğum poşetteki mektubum olduğu gibi duruyor. Demek ki benden başka henüz kimse inmemiş buraya. Kolay değil elbet. Geçen yıl yamaçtan çıkacağımı söylemiştim. Güç bela çıktım ama; yukarıdaki kale duvarına benzer kayaları aşmak, iki buçuk saatimi aldı. Oldukça büyük bir tehlike atlattım. Sürekli kayan bu yamaçtan çıkmayı da kimselere tavsiye etmem.

(SÜRECEK)