“İşte,” dedi Özgün. “Yukarıdan seyrettiğimiz, çantanın düştüğü kayalar!”

Cemre’nin çantası yığıntı taşların en üstünde onları bekliyordu.

Cemre, sevinç ve heyecanla bağırdı:

“İşte çantam orada!”

“Dur!” dedi Emre. “Ben alır getiririm sana.”

Sırtındaki çantasını çıkarıp bırakarak, yürüdü taşların üzerinden. Çantayı alıp getirdi; uzattı Cemre’ye:

“Buyur Prenses Hazretleri!”

“Çok sağ olasın Emre.”

Çantası yıpranmış, toz toprak içinde kalmıştı ama sağlamdı yine de. Fermuarını açıp kontrol etti içindekileri. Cep fenerinin camı çatlamıştı sadece. Zaten başkada kırılacak bir şeyi yoktu çantasında.

“İçinde montumun olması, çantamın bir top gibi buraya kadar yuvarlanmasını sağlamış.”

“Hadi bununla geçmiş olsun!

“Sağ ol Özgün!”

“Oturup dinlenmeyi hak ettik herhalde,” dedi Emre.

Özgün ilerde suyun kıyısındaki söğüt ağacını göstererek:

“Şu ilerdeki söğüdün altı oturmamıza uygun sanırım.”

“Uygun,”dediler.

Güçlükle taşların ve kayaların üzerinden geçip, suyun kıyısındaki söğüt ağacının altına vardılar. Yukarılardan yuvarlanıp, söğüt ağacının altına kadar gelmiş taşlar ve kaya parçaları vardı söğüdün altında. Kayaların çevrelediği bu küçük alanda kendiliğinden yetişmiş kavak ve söğüt ağaçlarıyla; kuşburnu, böğürtlen, karaçalılar ve benzeri dikensi bitkiler özgürce donatmışlardı dereyi. Her türden yetişmiş yabani otlarla sarmaş dolaş olmuş bitki yoğunluğu, vahşi bir doğal güzellik vermişti buralara.

SÜRPRİZ MEKTUPLAR

Söğüdün altında oturmaya uygun iki kaya parçası, bir ocak yeri, uçları yanmış odun parçaları vardı.

“Bakın!,” dedi Özgün heyecanla. “Görüyor musunuz ocak yerini? Bizden önce birisi keşfetmiş burayı!”

“Gerçekten öyle!” dedi Cemre. “Büyükbaba’mdan başka kim olabilir ki burayı keşfeden. Mutlaka odur.”

Sonra omuzlarından çantalarını çıkarıp, yüz yüze gelecek biçimde oturdular oradaki taşların üzerine.

“Bayağı yorulmuşuz,” diyen Özgün’e, Cemre:

“O kaymada bir yerlerimiz acımış olmalı ki sırtım ağrımaya başladı benim,” dedi “İnsan o anda bedeninin sıcağıyla anlayamıyor.”

“Belki de asıl ağrıları akşam yatınca duyacağız,” dedi Emre.

Emre, bunu dedi demesine de bu sırada bir şey ilişti gözüne. Birden heyecanlandı, ama Özgün’le Cemre’ye sezdirmedi durumunu. Bu, orada üst üste duran iki kaya parçasının arasına, katlanarak konulmuş bir naylon poşetti. Kendilerinden önce birisince oranın keşfedilişinin ikinci kanıtıydı işte. Gözleri parladı birden.

Ardından sesine gizemli bir ton vererek:

“Ey söğüt ağacı!” dedi. “Söyle bize. Bizden önce kimi konuk ettin burada?”

Sonra, söğüt ağacına yaklaşıp kulağını gövdesine dayayarak, dinliyor gibi yaptı. Onun bu şaklabanlığına Özgün’den çok, Cemre gülmeye başladı.

“Açıkçası hiç gülesim yoktu Şehzade. Sağ ol. Neşelendiriyorsun bizi!”

Özgün de Emre’nin oyununa katıldı.

“Ne diyor, ne diyor?” diye sordu gülerek.

“Diyor ki, birisini konuk ettim burada, ama adını söyleyemem. Ancak onun bıraktığı bir emanetin yerini söyleyebilirim size.”

“Emanet mi? Nereye bırakmış o emaneti? Öğrendin mi yerini?”

“Öğrenemedim. Bir daha sorayım.”

Sonra söğüt ağacına dönerek:

“Söyle bana o emanetin yerini ey söğüt ağacı! Yaparım seni başımın tacı!”

Yeniden kahkahayla güldüler Cemre’yle Özgün.

Emre kulağını söğüdün gövdesine dayayarak, onu dinliyor ve onun iletisini alıyormuş gibi yaptı.

“Ya!..” dedi. “Anladım. Demek bir koşulun var? Dileğin yerine getirilmeden o emanetin yerini söylemeyeceksin demek? Tamam, anladım. Çok sağ ol söğüt ağacı!..”

Cemre’yle Özgün’ü bir gülme krizi tutmuştu. Cemre gülerek:

“Ne dedi?”

“Koşulu yerine getirildikten sonra söyleyecek emanetin yerini.”

“Neymiş ki koşulu?” dedi Özgün.

(SÜRECEK)