Üçü de, sanki kendileri uçurumdan düşüyormuş da, son anda kurtulmuşlarcasına dehşetle irkilip, kısa bir süre dona kaldılar orada. Sonra kayanın kıyısından tutunup aşağıya baktılar. Cemre’nin çantası, taşı kayası yürümüş bu otsuz ağaçsız dik yamaçtan yuvarlana yuvarlana, tabandaki taş ve kaya yığıntılarına kadar vardı ve kara bir nokta gibi kaldı orada.

“Çantam gittiii!..” diye çırpınıyordu Cemre.

“Ama kayanın ucuna da konulmaz ki, Prenses,” dedi Emre.

“Ne bileyim ben düşeceğini!”

“Ne ise,” dedi Özgün. “Olan oldu bir kere. Ağlamanın, çırpınmanın da bir yararı yok! İlerden dereye bir iniş yeri bulursak, gider alırız.”

“Evet,”dedi Emre. “İniş yolu bulursan iner alırsın. Yoksa çantasız kalırsın.”

“Emre!..” dedi Özgün manidar bir bakışla.

“Tamam tamam,” dedi Emre. “Şaka yaptık herhalde.”

“İyi ki fotoğraf makinen elindeydi Prenses. Hiç olmazsa onu kurtardın. Yoksa, kesin parçalanırdı.”

“Çektiğimiz resimlerden de yoksun kalırdık. Önemli olarak bir montum vardı içinde. Diğerleri önemsiz sayılır.”

“Önemsiz sayılır mı Prenses. dedi Emre. “Dağ başında bir yara bandı bile çok önemli bence.”

“Bunda haklısın Şehzade. Hadi bakalım durmayalım. Bir iniş yeri araştıralım. Büyükbaba’mın aşağıya o kanyona indiğini biliyoruz.”

Cemre’nin fotoğraf makinesini çantasına koyan Özgün:

“Aman dikkatli olalım. Buralar olabildiğince tehlikeli. Her an tökezleyebilir, düşebiliriz. Buralardaki düşme, toprak zemine düşmeye benzemez. Allah göstermesin, her yanımız parçalanır.”

Çantalarını sırtlarına takarak yürürken Emre:

“Şuna, dikkatsizliği kayalar bağışlamaz desene,” dedi.

“Evet bağışlamaz. Mutlaka yara bere içinde bırakır bizi.”

Özgün önde, Emre peşinde, Cemre de en arkada geliyordu. Özgün rahat yürünebilecek ve inilebilecek yamaçları seçiyor, oradan yürüyorlardı. Kanyonun kıyısı tamamen kademe kademe alçalan kayalarla kaplıydı aşağılara doğru.

Özgün yeniden:

“Dereye mutlaka bir iniş yeri olmalı,” dedi.

Kayalık kıyıdan güneye doğru biraz iç kısma kaydılar. Buralarda yer yer yabani otlar, ardıçlar ve karaçalılar bitmişti. İşte önlerinde kanyona doğru oluşmuş iki yanı kayalık bir esik vardı. Yukardan aşağıya uzanan bu oluksu alanın tüm tabanı irili ufaklı taşlarla doluydu. Burada bir çok türden yetişmiş çalılar; gelişememiş, ardıç, meşe, yabani erik ve alıçlar vardı. Bunlar kayaların, taşların böğründe bitmiş, yaşama sıkıca tutunmuş; yeşil dokularıyla vahşi ve çetin doğaya güzellik veriyorlardı.

Özgün, bu oluksu esiğin başlangıcında durdu. Buradan itibaren olabildiğince dik bir iniş başlıyordu. Tabandaki ağaç ve bitki yoğunluğundan ötesi görünmüyordu. Deredeki suyun çağlayan sesini duydular. Belli ki bir çağlayandan çığlık çığlığa dökülüyordu.

“İşte suyun sesi duyuluyor. Buradan kıyıdaki kayalara, ardıç ve meşelerin dalarına tutunarak kanyona inebiliriz sanıyorum,” dedi Özgün.

“Buradan mı ineceğiz?” dedi Cemre. “Açıkçası benim gözüm kesmiyor! O çantadan da vazgeçtim. Siz de inmeyin ne olursunuz!..”

“Bunun yokluğunu Büyükbaba’ma nasıl açıklarız Cemre?”

Emre işin gırgırındaydı. Gülerek:

“Bu işler kızların başaracağı işler değil ki zaten,” dedi.

“Allah aşkına Emre, işimizi zorlaştırma!”

“Hiç de zorlaştırmıyorum Prensim. Aksine kolaylaştırıyorum. Ben, “kızlar inemez” diyerek onu kışkırtmasam, nasıl kanıtlayacak kendini bizlere. O her zaman bizlerle yarışarak, “oğlanların kızlardan ne üstünlüğü var?” demez miydi? Bırak bizimle birlikte inerek, kızların oğlanlarla eşitliğini kanıtlasın.”

“Of be Emre, of!..” dedi Cemre. “Kanyona inmekle ne ilişkisi var o konunun?”

“Olmaz olur mu Prenses? Sen korkuyorsan gelmeyebilirsin. Bu erkek işi zaten. Biz Özgün’le birlikte iner, çantanı alır getiririz kanyondan.”

“Ben burada yalnız kalamam!”

“Korkar mısın?”.

“Neden korkacak mışım?”

Emre:

“Eğer burada kalır beklersen, sana armağan olarak…” dedi, sonunu getirmedi sözünün.

“Eee!” dedi Cemre. “Armağan olarak yılan mı getirirsin bana?”

(SÜRECEK)