Beri yandan yine aynı süreçte gramofondan pkaba, kasetçalardan CD çalara ve bilgisayara kavuştuk.

Kırsal kesimde ise, karasabandan kağnıdan traktöre, orak ve tırpandan biçer dövere geçtik. Bizler, özellikle son otuz, kırk yıllık süreçte hem eskiyi, hem yeniyi yaşadık. Binlerce, yılda yapılabilecek olan teknik ve bilimsel gelişmelere tanık olduk. O nedenledir ki yaşı ellinin üzerinde olan bizim kuşağın kafası allak pullak oldu.”

“Dünyaya erken gelmişiz Zafer Bey,” dedi Sağlıkçı Musa. “Yaşayanlar, kim bilir daha neler görecek, nelere tanık olacaklar?”

“Baksana Büyükbaba,” dedi Özgün. “İnsanlar Mars gezegenine gitmeye çalışıyorlar.”

“En basiti şu cep telefonları,” dedi Cemre. “Arada herhangi bir hat falan olmadan, dünyanın her yanındaki insanlarla görüşüp haberleşmek olanaklı.”

“Bizlerse, ne bu gelişime ayak uydurabiliyor, ne de akıl erdirebiliyoruz Cemre kızım. Bilim, fen ve teknolojik gelişim karşısındaki şaşkınlığımız; yarım yüzyıl önceki küçük bir çocuğun, bir gramofon karşısındaki şaşkınlığından farklı değil bu gün de.

Söz uzadı. Son olarak, şunu söylemek istiyorum: İnsan aklı ve insan zekasının sınır tanımazlığı, bu güne kadar olduğu gibi bundan sonra da insan sıcaklığını yok ederek, akıl almaz buluşlara imza atmayı sürdürecektir.”

Dolunay, bir süre sonra kızıl rengiyle yine uç verdi Karadağ’ın üzerinden. Kızıl rengi, yükseldikçe açıldı. Akdağ’la Karadağ’ın arasındaki vadiye ve Akdağ’ın eteklerine tüm cömertliği ve güzelliğiyle yaydı ışığını.

“Leylim ley” türküsünün sözlerini Zeynep de öğrenmişti Cemre’den. Özgün’ün isteği üzerine birlikte söylediler bu türküyü. Zeynep’in sesi de güzeldi.

“Ayın şavkı vurur sazım üstüne. Leylim ley.

Ay bir yandan sen bir yandan sar beni leylim ley.

(….)

Türkünün ezgisi Sağlıkçı Musa’nın, eşinin ve Zafer Bey’in yüreklerinin bam tellerine dokunarak, ses getirdi oradan. Elif Hanım’ın gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Kimseye sezdirmeden yazmasının ucuyla kuruladı gözlerini.

ÜÇLÜ GEZİYE KARAR

11 Temmuz 2003 Cuma günü, sabah kahvaltısından sonra Zafer Bey köye yollandı. Cep telefonunun şarjı bitmiş, eşi ve çocuklarıyla iletişimi kesilmişti. Hem cep telefonunu şarj edecek, hem de Çorum’dan eşinin gönderdiği emanetleri alıp getirecekti.

Ayrılmadan önce de:

“Çocuklar,” demişti. “Suludere’yi, Evkaya Deresi’ni, Yayla ve çevresini yeterince, tanıyıp öğrendiniz. Bugün bensiz gezeceksiniz. Size güveniyor; ben dönene kadar da hoşça zaman geçireceğinize inanıyorum.”

“Sen hiç merak etme Büyükbabacığım,” demişti Özgün. “Güle güle git, güle güle gel!”

“Yine de kendinize iyi bakın. Ben akşama doğru gelirim. Haydi hoşça kalın!” deyip hepsini de kucaklayıp öpmüştü.

Onlar da Büyükbaba’larına sarılıp, öpmüşlerdi.

Zafer Bey Yayla’nın altından vurup gitmişti. O gözden kaybolunca da Özgün:

“Büyükbaba’mız yanımızda yokken şöyle başımıza buyruk farklı bir gezi yapalım; bir serüven yaşayalım,” dedi.

“Bence uygun. Başkanımız sensin. Sen ne dersen o olsun derim Sayın Prens’im.”

“Bırak şimdi başkanlığı falan da. Sen, kendi görüşünü söyle Emre.”

“Şaka bir yana da iyi olur derim.”

“Sen Prenses, sen ne diyorsun bu konuda?”

“Bugün Zeynep gelemiyor, biliyorsunuz.”

“Biliyoruz canım. İşleri varmış. Bugün o nedenle farklı bir gezi yapalım dedim. Hem eğlenecek, hem de güzel bir serüven yaşayacağız.”

“Önce, bu farklı gezi sözünü açar mısın Prens Hazretleri. Nereleri gezeceğimizi öğrenelim de ona göre karar verelim diyorum.”

“Geziye ‘olur’ diyorsun yani.”

“Eee, herhalde! Dağa niye çıktık ki biz? Gezmek, eğlenmek için değil mi?”

Emre söze katıldı:

“Doğru söyledi Prenses. Sen aklından geçenleri söyle Prensim.”

“Geziye ‘olur’ dediğinize göre, gezi yerini de açıklayayım bari. Büyükbaba’mın bir kitabına konu olan ‘Oğlanuçuran Kayalıkları’ var ya hani?”

“Eee!” dedi Emre. “Oradaki kanyona inmeyi düşünmüyorsun herhalde?”

(SÜRECEK)