“İlahi Büyükbabacığım, dedi Cemre. “Masalların Parmak Çocuğu türkü söyler mi hiç?”

“Bizi inandırırlardı yavrum. Türkü bitince, Pazarcı Veli Dayı o ince kara tekerleği almış, yeni bir tekerlek koymuştu yerine, O ince kıvrımlı şeyin ucuna da bir iğne takmış, iğneyi de bu ince tekerleğin kıyısına koymuştu. Sonra da çantanın yanı başındaki kolunu çevirmişti birkaç kez. Sonra, o ince tekerleğin cızırtılı bir sesle dönmesiyle birlikte yeni bir türkü başlamıştı. Bizlerse, bu kutunun sağına soluna bakmış, türkü söyleyeni aramıştık gözlerimizle. Ama kutu kapalıydı. Parmak Çocuk’a benzer bir şey de görünmüyordu.”

“Plak çalan bir müzik seti olmalı,” dedi Özgün.

“Değil yavrum,” dedi Zafer Bey. “O dediklerin henüz icat edilmemişti o yıllarda. Oradaki büyükler de biz çocukların merakını kamçılarcasına:

“Kutunun içinde küçücük bir “cin” var. O söylüyor bu türküyü,” demişlerdi. Biz de inanmıştık.

Türkü söyleyen cin’in küçülüp de bu kutunun içine girmesine bir türlü akıl erdirememiştik. Çünkü, cini de en az insan kadar boyu olan, kapkara bir yaratık olarak düşlüyorduk. Pazarcı Veli Dayı’nın “cinli türkü kutusu,” koymuştuk bu aletin adını.”

Çocuklar kahkahayla gülmeye başladılar.

“Cinli Türkü Kutusu,” diye yineledi Cemre. “Çok ilginç ve komik.”

“Doğru söylüyor Büyükbabanız,” dedi Kemal. “Büyükbabanızla aramızda iki yaş ya var, ya yoktur. Gerçekten öyle sanırdık biz de.”

“Çalışmaya gittiğinde İzmir’den satın alıp getirmişti onu. O zamanın çocuklarını ne söylesen kandırırdın ama şimdiki çocukları böyle kandıramazsın,” dedi Sağlıkçı Musa.

“Doğru. Biz de kandırıldığımızı çok sonraları anlayacaktık ama o kutunun nasıl türkü söylediğine de bir türlü akıl erdiremeyecektik. Zaman içinde, bu “cinli türkü kutusu”na “gramofon”, türkü söyleyen kara tekerleğe “plak” dendiğini; türküdeki sesin de “Malatyalı Fahri”ye ait olduğunu öğrenecektik.

Köydeki ikinci gramofon’u da Musa Ağabeyin az önce köyün iki sesi güzelinden biri olarak nitelendirdiği, rahmetli Gödeğin Emin getirmişti. Onun evi de yukarı mahalledeydi. O zaman evler hep toprak damlıydı. Tuğlalı yapı pek azdı. O da dam üstüne kurduğu gramofonundan tüm köye bangır bangır türkü dinletirdi akşamları.”

“Evi, bizim evin üst yanındaydı,” dedi Sağlıkçı Musa. “Üç aylık çalışmasının bedeliydi aldığı o gramofon.”

“Ne kadar pahalıymış!” dedi Özgün. “Şimdi üç aylığa üç televizyon alınır.”

“Gelelim radyo konusuna,” dedi Sağlıkçı Musa. “Oldu olacak onu da anlat Zafer Bey. Hüzün de verse, zevkle dinliyoruz eski anıları.”

Elif Hanım çay demlemişti. Zeynep de babaannesine yardım için kalkarken:

“Ne olur biz gelinceye kadar başlamayın Zafer Amca,” dedi.

“Tamam kızım.”

Çaylar bardaklarla getirilip dağıtıldı. Yanına da yiyecekler konuldu.

“Haydi buyurun, afiyet olsun!” dedi Elif Hanım.

Sağlıkçı Musa da:

“Hem çayımızı içelim, hem de kaldığımız yerden sürdürelim söyleşimizi. Radyo da kalmıştık,” dedi.

Zafer Bey yeniden başladı anlatmaya:

“Gramofonla tanıştıktan sonra, ilk radyoyu ormancı Ekrem Dayı’mın aldığını biliyorum. O, gramofona benzemiyordu. Adına, radyo yerine “ıradıyon” diyorlardı. Küçük sandığa benzer bir şeydi. İki de pili vardı. Bunlara batarya deniliyordu. Birisi, silindirik olup, el lambası piline benziyordu. Ama çok büyüktü. Diğer pili ise köşeli ve ondan hem çok büyük, hem de ağırdı. Bir çocuk kaldıramazdı. Radyodan çıkan uzantılar, yani kablolar pillere takılırdı. Bir ucu evin çatısına uzatılır, bir ucu da yere indirilip toprağa gömülürdü. iki de tel hattı vardı. Radyo, bazen şarkı-türkü söyler, bazen de haber okurdu.”

“Gramofon gibi, sahibi istediğinde değil, kendi canı ne zaman isterse o zaman türkü söylerdi,” dedi Sağlıkçı Musa.

“Evet çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Sözü toparlayacak olursak; 1950’lerden başlayarak, önce sandık büyüklüğündeki lambalı radyolarla, ardından oldukça küçülmüş transistorlu radyolarla tanıştık. Giderek siyah beyaz televizyonlar girdi yaşamımıza. Sonra renklisi, uzaktan kumandalısı derken, uydulardan dijital TV yayınları sardı yaşamımızı.

(SÜRECEK)