“Zamanla her şey değişiyor Musa Ağabey.”

“Öyle dedi Sağlıkçı Musa. Burada elektrik olmadığı için televizyon da yok. Onun için radyoyla yetiniyoruz.”

“Eskiden o da yoktu ya,” dedi eşi.

“Doğru söylüyor Elif Yenge. Sizin gençlik dönemlerinizde radyo da yoktu her evde.”

da dinliyordu onları.

“Neden Büyükbabacığım?” diye Cemre söze karıştı.

Yavrucuğum, size nasıl anlatayım. Radyolar bugünkü gibi gelişmiş değildi. Çok ilkeldi ve çok pahalıydı. Onu ilerde daha ayrıntılı olarak anlatırım size.”

Sağlıkçı Musa:

“İlk radyoyu rahmetli Katip Ali’yle dayın Ormancı Ekrem’in aldığını biliyorum ben.”

“Ona benim de aklım eriyor. Daha öncesinde ise, gramofon vardı Musa Ağabey.”

Çocuklar da ilgiyle dinliyorlardı.

Özgün:

“Anlatsana Büyükbaba,” dedi. “Radyoyu biliyoruz da Gramofon nedir, nasıl bir şeydir, onu bilmiyoruz?”

“Buyurun Musa Ağabey. Siz anlatın çocuklara.”

“Yoo Zafer Bey. Biz anlatırsak yarım yamalak olur. Hem siz varken bize anlatmak düşmez. Siz okumuş, senelerce öğretmenlik yapmış birisiniz. En az elli yıl öncesine de aklınız erer. Bu konuyu siz anlatın da biz de eski anıları tazelemiş olalım.”

“Emekli olmakla öğretmenlik bitmiyor Büyükbaba. Hadi anlat.”

Emre’den sonra sözü Zeynep aldı:

“Ne olursunuz Zafer Amca, sizden dinleyelim bunu.”

“Bekliyoruz Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

“Anlaşıldı. Kurtuluş yok. Çaresiz anlatacağız. Umarım sıkmam sizleri.”

GRAMOFONDAN

BİLGİSAYARA

Derin bir soluk alıp verdikten sonra söze nereden gireceğini kararlaştırdı Zafer Bey. Hiçbirisinden çıt çıkmıyordu. Sadece hafif rüzgarda sallanan dallardaki yaprakların hışırtıları duyuluyordu. “Çocuklar isterseniz, bu konuyla ilgili bir çocukluk anımı aktararak başlayayım söze.”

“Sorulur mu Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

Diğerleri de:

“Elbet sorulmaz,” dediler.

Zafer Bey yavaş yavaş söze girdi. Pür dikkatti çocuklar.

1948 yılı olmalıydı. Yani bundan tam 55 yıl önceydi. Köyde henüz ilkokula bile başlamamıştım o zaman. Bir gün sokakta arkadaşlarımızla oynarken, bir müzik sesiyle dikkat kesildik. Ardından bir türkü yankılandı dalga dalga. Aşağı Mahalle’den geliyordu sesi. Arkadaşlarımızla seğirttik vardık oraya.”

“Aşığın biri mi söylüyormuş türküyü Büyükbaba?”

“Hayır Özgün,” dedi, sürdürdü.

“Köyümüzdeki evlerin çoğu toprak damlıydı o zamanlar. Yol kıyısındaki Eşkili’nin Üsüğ’ün dam üstüne, büyüklü küçüklü bir kalabalık toplanmıştı. Türkü oradan yankılanıyordu.

Biz de yaklaştık daire oluşturmuş kalabalığa. Ortalarında kapağı açılmış, çantaya benzer kara bir kutu vardı. Kutunun üzerindeyse incecik, kara bir tekerlek dönüyordu. Kıvrımlı, ucu iğneli şeyse, bu kara tekerleğin üzerindeydi. Türkü de bu kutudan çıkıyordu.

Şaşkın şaşkın bakakalmıştık.

“Hiç unutmuyorum. “Üç beyler geliyor Halep yolundan,” diye bir türkü çalınıyordu.”

“O zamandan bu yana, bu türkünün adını nasıl da unutmadınız Büyükbaba?” dedi Emre.

“Rahmetli Mustafa Amcam da çok söylerdi o türküyü. Onun için hiç unutmadım.”

“Rahmetli Çavuş emminle Karadağ’a çok oduna gittik,” dedi Kemal. “Hadi Çavuş emmi, bir türkü dedin mi kırmazdı bizi. Elini kulağına atar çökerdi türküye. Sesi çok güzeldi. Sadece biz değil, dağ taş; dağdaki kurt kuş dinler, mest olurdu onun sesinden. Öylesine güzel söylerdi türküyü. “Üç Beyler” ile “Fincanı taştan oyarlar”ı söylerdi en çok.”

“Hey gidi rahmetli Mustafa Çavuş hey!..” dedi Sağlıkçı Musa. “Bu köyde sesi güzel olarak bir Çavuş emmini bilirim, bir de bizim Gödek’in Emin’i… Gerçekten ikisinin de sesi çok güzeldi.”

“Evet,” dedi Zafer Bey. “Gerçekten öyleydi.”

“Sonra, Büyükbaba?” dedi Özgün.

“Sonrası, “Parmak Çocuk” diye bir masal dinlemiştik o yıllarda ninemizden. “Yoksa,” dedim kendi kendime; “O masaldaki Parmak Çocuk mu geldi, girdi bu kutunun içine. O mu söylüyor bu türküyü?”

(SÜRECEK)