bir de tavşan görebilsek,” dedi Zeynep.

“Ne yazık ki eskisi kadar çok değil bu hayvanlar. Yanlış ve kuralsız avlanmalar bu hayvanların kökünü kurutacak noktaya getirdi. Bu konuyla ilgili bir şiirimde şöyle demiştim:

Eline silah alan düşünmeden bu günü,

Av diye kuruttular, hayvanların kökünü.”

Yani, hayvanların yavrulama dönemlerindeki avcılık, onların soyunu tüketiyor. Oysaki onlar da doğamızın bir parçası, bir güzelliği hem de süsüdür.. Hayvansız, bitkisiz, susuz ve de insansız bir doğa düşünebilir misiniz?”

“Düşünemeyiz elbet,” dediler.

Bir süre daha oturup söyleştiler.

Aradan epey zaman geçmiş, güneş öğle yerine gelmişti.

“Acıkmadınız mı çocuklar,” diye sordu Zafer Bey.

“Hem de nasıl Büyükbaba,” dedi çocuklar.

“O halde sofrayı serelim.”

“Serelim,” dedi Zeynep.

Zafer Bey, çantasından çıkardığı bir gazeteyi sofra bezi gibi serdi. Yiyeceklerini çıkarıp üzerine yerleştirdiler. Zeynep pet şişeyle ayran getirmişti. Bardaklara doldurarak uzattı herkese. Saç çöreği, domates, salatalık, yeşil biber dilimlediler bir kağıt tabağa. Pişmiş yumurta da çıkardı Zafer Bey. Zeynep ayrıca yufka ekmekle çökelek, tereyağı ve soğan getirmişti.

“Hadi bakalım, kırsal kesimde yavan ekmek bile bal-börek gibi yenir. Kusura bakmayın.”

“Kusuru mu olur Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Bundan iyisi can sağlığı.”

“Sahi Gamsız’ı da unutmayalım Zeynep kızım. Götür, ona da yiyecek ver.”

“Tamam Zafer amca.”

Gamsız’ın yiyeceği verildikten sonra çevrelendiler kır sofralarına. Bal, börek yer gibi yediler yiyecekleri. Ayran, daha önce pet şişeyle suya konulduğundan, buz dolabından çıkmış gibiydi. Bir güzelce doyundular. Bu arada bir anı resmi almayı da unutmadılar.

“Ellerine sağlık Büyükbabacığım.”

“Hepinize de yarasın çocuklar.”

Sofrayı Zeynep’le Cemre toplarken Emre’yle Özgün de yardımcı oldular.

Yukardan bir yerlerden, bir sürünün çan sesleri geliyordu.

“Tatarların davarı,” dedi Zeynep. “Naci Amca’nın oğlu Selami ağabeydir davarı güden. Bizim davar da o sürünün içinde.”

GECE KONUKLUĞU

Evkaya Deresi’nden ikindi geçerek döndüler. Emre günlüğünü yazarken, Özgün de onun resmini yapıyordu. Cemre piknik tüpü yakmış, akşam yemeğinin derdine düşmüştü.

Zafer Bey de son yirmi dört saat içinde yeniden dolan havuzun suyunu saldı. Kalan andalları, andallardaki sebzeleri ve meyve ağaçlarını suladı. Havuzu yeniden tutup Cemre’ye yardıma geldi. Güneş Yayla’nın üzerinden batarken akşam yemekleri hazırdı. Elbirliği ile sofrayı kurup, neşe içinde yemeklerini yediler. Sofrayı toparladıktan sonra çadırın önüne oturdular. Yeşillikler ve güzellikler içindeki bahçede temiz yayla havasını doyasıya solumak bir farklı mutluluktu onlar için.

Zafer Bey:

“Bu akşam, Zeyneplere gideceğiz çocuklar,” dedi

“Yaşasın!..” diye bir sevinç çığlığı kopardılar çocuklar.

“Ay doğunca mı gideceğiz Büyükbaba.”

“Ay, her akşam biraz daha geç doğuyor Emre. O nedenle, gitmek için ayın doğmasını beklemeyeceğiz. Ortalık karardıktan sonra gideriz yavaş yavaş.”

“Sahi Büyükbaba,” dedi Özgün. “Şiirleştirdiğin Nasrettin Hoca fıkralarından birisini anlatsana bize.”

“Biz de istiyoruz Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

“Bakalım ezberimde olan var mı çocuklar.”

“Vardır Büyükbaba,” dedi Emre.

“Bir düşüneyim bakayım. Ha tamam! “Timur’la ilgili “Böyle Vurur” fıkrası geldi aklıma. Şiir diliyle onu okuyayım size.”

(SÜRECEK)