Sinsin oyununun kuralında oyun teke tektir. Ortadaki oyuncuya arkadan gelip, habersiz saldırmak yoktur. Kovalayan kişi karşıdan gelecek, ona kaçma fırsatı verecektir. O kaçarken de ardından yetişebilirse, can yakmayacak biçimde sırtına bir şaplak ya da yumruk vuracaktır. Kaçansa, çevik şaşırtmacalarla kovalayandan bir fiske bile yemeden kaçıp kurtulmaya çalışacaktır.

Bu kez kovalayan oyuncu ortada dönecek; oyun, kaçan kovalayan biçiminde sürüp gidecektir sinsin ateşinin çevresinde. Bazen hızını alamayan gençlerden bir kısmı, adam boyunu aşan bu alevlerin üzerinden öte yana da atlarlar. Bu tamamen aklı kullanmak, çeviklik, pratiklik, hızlı koşma ve kendini kanıtlama yarışıdır.”

“En iyi sinsin oynayan, bizim köyden rahmetli Pehlivan Bekir’di,” dedi Sağlıkçı Musa. “Boylu boslu, Herkül yapılı, babayiğit bir adamdı. Sinsinde kovaladığı kişiye üç beş adımda yetişir, ensesinden yakalayıp, çocuk kaldırır gibi tek eliyle havaya kaldırır, ayaklarını yerden keserdi. Kimseyi incitmezdi. Kendisini kovalayana da yakalanmazdı hiç.”

“Her şey, o güzel insanlarla birlikte yok olup gitti Musa Ağabey. Anılarıysa, yaşayanların belleklerinde kaldı. İşte böyle dost toplantılarında gündeme geliyor; anıların odağındaki bu göçmüş kişilerse, rahmetle anılıyor.”

Bu arada Cemre’yle Zeynep, çayı demlemişlerdi.

Az önce Karadağ’ın doğusundan kızıl bir tepsi gibi uç veren ay, yükselmeye başlamış, bahçenin kıyısındaki ağaçların üstünden aşarak ışığı kendilerine ulaşmıştı. Gündüz gibi aydınlatmıştı her yeri.

“Ay da dolunay şansınızdan Zafer Bey,” dedi Sağlıkçı Musa. “Şuna bakın. Gündüz gibi ortalık!”

“Haklısınız Musa Ağabey. Bu daha da çok çocukların şansından… Tüp lambasının ışığında ne kadar oturabilirdik ki geceleri?”

“Allah’ım bizi ışıksız koymadı,” dedi Zeynep. “Ay ışığı bana bir türküyü anımsattı. Cemre onu bize sazıyla söylerse çok sevineceğiz.”

“Hangisi?” diye sordu Cemre.

“Ayın şavkı vurmuş sazım üstüne…”

“Bilir o türküyü kızım,” dedi Zafer Bey.

“Öyleyse kulübeden sazı alıp getireyim,” dedi, kalktı Emre.

“Demek saz çalıp, türkü de söylüyor hanım kızım,”

“Evet Musa Amcası.”

Emre sazı getirip verdi Cemre’ye.

Cemre sazın telleri üzerinde gezindi bir iki. Ardından söylemeye durdu o güzel sesiyle.

Döndüm daldan kopan kuru yaprağa / Leylim ley.

Seher yeli dağıt beni kır beni / Leylim ley

Götür tozlarımı burdan ırağa / Leylim ley

Yarin çıplak ayağına sür beni / Leylim ley

Ayın şavkı vurur sazım üstüne / Leylim ley.

Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne / Leylim ley

Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne / Leylim ley

Ay bir yandan sen bir yandan sar beni / Leylim ley

Türkü bittiğinde coşkuyla alkışladılar Cemre’yi.

“Bravo hanım kızıma! Ne güzel söylüyor.”

Cemre onları bir sanatçı tavrıyla eğilip selamlayarak:

“Teşekkürler, o güzel alkışlarınız için” dedi.

İstek üzerine bir iki türkü daha seslendirdi.

Neşelenmiş, coşmuşlardı çocuklar.

Sonra, Çorum leblebisi, bisküvi, çekirdek çıkardılar ortaya. Çaylar dağıtıldı herkese. Gülüşerek, söyleşerek içtiler çaylarını. Yediler çerezlerini. Çocuklar da okul anılarından söz ettiler. Geç zamana kadar oturdular. Zamanın nasıl geçtiğinin ayırtına varamadılar. Çocukların uykusu gelince de kalktılar.

Hafif bir rüzgar çıkmış, ağaçların dallarında ses vermeye başlamıştı.

Zafer Bey, yolcu etmek için, bahçenin dışına kadar çıktı Sağlıkçı Musa’yla.

Zeynep geriye kalmıştı. Çocuklara:

“Unutmayın,” dedi sessizce. “Sabah saat dokuzda sizi kulübemde bekleyeceğim.”

“Tamam,” dedi Özgün.

Sağlıkçı Musa ayrılırken:

“Yarın akşam da sizi bekliyoruz çocuklarla Zafer Bey,” dedi “Evimizi onurlandırırsanız seviniriz.”

(SÜRECEK)