Radyoları açıktı. Radyo İstasyonlardan birisinde Türk sanat müziği konseri vardı. Bayan sanatçılardan birisi, güzel bir şarkıya başlamıştı:

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine

Hasret kaldım gözlerinin rengine…”

Zafer Bey çok seviyordu bu şarkıyı. Onu alıp bir yerlere götürmüştü bu şarkı. Bir ara daldı, durgunlaştı. Bu Cemre’nin gözünden kaçmadı

“Ruhumuzun gıdasını da müzikten alalım, değil mi? ” dedi.

Zafer Bey birden silkindi.

“Elbette kızım,” dedi.

Özgün:

“Büyükbaba’mın hazırladığı yemekler müzik eşliğinde daha bir lezzet kazanıyor,” dedi.

“Benim yemekteki emeğimi hiç hesaba katmıyor bunlar Büyükbaba,” dedi Cemre, kırılgan bir sesle. “Bir daha ki sefere kendileri yardımcı olsunlar size.”

“Alınma Prenses!” dedi Emre. “Senin elin değmese bu yemekler bu kadar lezzetli olur muydu hiç?”

“Olmaz elbette yavrum. Erkek kısmı ne bilir yemek yapmayı. Kızımın yardımı olmazsa başaramam elbette.”

“Sağ ol Büyükbabacığım.”

“Sen de sağ ol kızım.”

Sonra çocuklara dönerek:

“Kimse tabağında yemek artırmayacak.”

Neşe içinde yediler yemeklerini.

Zafer Bey, yemekten sonra çocuklara:

“Siz sofrayı toplaya durun. Ben de havuzun suyunu salıp şu bahçeyi bir sulayayım,” dedi.

“Tamam,” dediler.

Zafer Bey daha önceden arkları gözden geçirmiş; sulama işini en alt andaldan başlatacak biçimde ayarlamıştı. Havuzun tıkacı olan kazığı çekip, suyu saldı. Suyun, gür giderek arktan dışarı taşmaması için, bir iki küçük kazıkla suyun normal akışını sağladı. Sonra beli alıp suyu izledi. Su, iri bir yılan gibi seğirtti arkın içi sıra.

Birinci andal dolunca ikinciye, o dolunca da üçüncüye çevirdi suyu. Üçüncü andalda da su başa kadar vardı, suyun ardı kesildi. Havuzun suyu üç andala yetmişti. Marullar, maydanozlar, domatesler, biberler, soğanlar, fasulyeler, salatalıklar ve de meyve ağaçları bir güzelce sularını aldılar.

Havuzu ağaç tıkacıyla yeniden tuttu. Bir gün sonrasına havuz yine dolardı. Kalan yeri de ikinci bir havuz suyuyla sulayıp tamamlardı.

Terlemişti Zafer Bey.

Elini yüzünü yıkayıp, rahatladı biraz. Bu arada güneş çoktan batmış, ortalık kararmaya yüz tutmuştu Karadağ ve ardındaki dağlar koyu bir morluğa gömülüyordu. Çok sürmez ay doğardı yine. Hafiften bir yel çıkmıştı. Serin serin esiyordu.

Çocukların neşesi yerindeydi. Çadırın önüne oturmuş, Cemre’nin sazı eşliğinde söylediği, Barış Manço’nun “Dağlar” türküsüne, Özgün’le Emre de eşlik ediyorlardı. Daha da çok, yineleme bölümüne katılıyorlardı.

“Dağlar dağlar, kurban olam, yol ver geçem.

Sevdiğimi son bir olsun yakından görem.”

Robinson Mehmet’in ocak olarak kullandığı bir yer vardı. Çadırla kulübe arasına düşerdi. Orada da yığılı çalılar ve odunlar vardı. Zafer Bey bir ocak yaktı orada. Alevler yükselmeye başlayınca çocuklar da kalkıp geldiler çadırın önünden. Yanan ocağın karşısına oturdular.

Onlar söyleşirlerken Sağlıkçı Musa ile torunu Zeynep çıkageldiler.

“Selamünaleyküm Zafer Öğretmen!” dedi.

Zafer Bey ve çocuklar ayağa kalkarak karşıladılar onları.

“Aleykümselam Musa Ağabey!” dedi Zafer Bey. “Bu ne güzel sürpriz böyle! Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!”

“Hoş bulduk, sağ olun. Ne o, “sinsin ateşi” mi yaktınız böyle?”

“Sinsin ateşi de, sinsin oynayanlar da hep geçmişte kaldı be Musa Ağabey.”

da eline vardılar, Sağlıkçı Musa’nın. Zeynep’e de hoş geliş ettiler. Zeynep’in elinde küçük bir bakraç vardı.

“Yoğurt getirdik size!” dedi.

“Çok sağ olun ama zahmet etmişsiniz!”

“Zahmet ne kelime canım.”

Teşekkür ederek kovayı aldı Cemre. Ondan da Özgün alıp, kulübeye götürüp bıraktı.

“Yengeyi unutmuşsun Musa Ağabey.”

(SÜRECEK)