“Zaman zaman dedem de anlatır o yılları,” dedi Zeynep. “Yenilikler karşısında hep: “Biz erken gelmişiz dünyaya” der.”

“Çocuklar,” dedi. Buralarla ilgili çocukluk anılarım da çeker, getirir beni bu gördüğünüz, gezdiğiniz yerlere. Onca yoğun işten ve güçten yaşayamadığım, yiten çocukluğumu ararım sanki buralarda.”

“Anlatsana Büyükbaba,” dedi Özgün. “Buralarla ilgili anılarını çok merak ediyoruz.”

“Evet biz de dinlemek istiyoruz,” dediler diğerleri de.

Zafer Bey derin bir iç geçirdikten sonra, başladı anlatmaya:

“Bundan 51-52 yıl önceydi. Sanıyorum 1952 yılıydı. Babam bu tarlanın yüzünü dedemlerden iki yıllığına kiralayıp, ortak olarak ekip biçmişti. Kalabalık bir aileydik. Bir ağabeyim köy enstitüsünü bitirmiş öğretmen olmuş, diğeri de okuyordu. Bense o zaman ilkokulun 2. sınıfındaydım. Geride benden küçük üç kardeşim daha vardı. Babam ekme biçme ve harman zamanı burada kalır, burada gecelerdi. Annemin babam için hazırladığı yemeği de hayvanla köyden buraya ben taşırdım.”

“Nasıl taşırdın Büyükbaba?” dedi Özgün. “Sen o zaman küçük değil miydin?”

“Evet küçüktüm. 8-9 yaşlarında olmalıyım. O zamanlar şimdiki gibi plastik kaplar, naylon bidonlar yoktu. Annem pişirdiği yemekleri küçük çömleklere koyar, ağzını da kalın bir bez kapatıp iple sıkıca bağlardı. Ekmeği, kabı kacağı, tahta kaşıkları da ayrı bir çıkına sarar, heybenin iki gözüne yerleştirirdi. Semeri sırtına vurulmuş eşeğe yüklenirdi heybe. İki de su dolu, çam bardağı sarılırdı semerinin iki yanına. Sonra beni hayvana bindirir, elime de bir değnek verirdi hayvanı yönlendirmem için. Ardından da:

“Hadi bakalım oğlum güle güle” der, salardı beni.

Ben de hayvana, ‘deh, çüş’ diyerek düşerdim yola. Yokuş’ta hayvan yorulmasın diye iner, peşi sıra yürürdüm. Yokuşu çıkınca yeniden binerdim hayvana. Alan Düzlükleri’ni geçip, Çardakağaç Düzlüğü’ne ulaşırdım. Dümbüldeyik’in Burun’a gelmeden hayvandan iner yürüyerek bulurdum burayı.”

“Köyden burası ne kadar sürerdi Büyükbaba?”

“Sanırım iki saat çekerdi Özgüncüğüm.”

“Gece nerede yatardınız?”

“Çoğu zaman burada açık havada babamla birlikte gecelediğimi anımsıyorum Prenses kızım.”

mıydın Büyükbaba?” dedi Emre.

“Hayır, korkmazdım. Yanımda babam olduğu için korkmazdım. O yıllarda babamın, masallardaki devleri bile yenebileceğini sanırdım.”

“Öylesine güvenirdiniz babanıza?”

“Evet çocuklar. Öylesine güvenir, öylesine güç alırdım babamın varlığından.”

“Akşam ışığınız var mıydı Zafer Amca?”

“Yoktu Zeynepçiğim. Işığı da aramazdık zaten. Babam meşe dallarından külah biçiminde bir kulübe yapmıştı. Yiyeceklerimiz, suyumuz, gece altımıza serdiğimiz çulla, üzerimize çektiğimiz yorganımız burada bulunurdu. Akşam karanlık bastırınca bir süre oturur, sonra bu kulübenin önünde yıldızları seyrederek yatardık. Cırcır böceklerinin, çekirgelerin, bazı orman kuşlarının sesleriyle; bir de babamın anlattığı masallarla dalardım uykuya.

Tarlanın kıyısından dereye suyun kıyısına ince bir patika inerdi. Arada bir hayvanları buradan dereye sulamaya indirirdim. Çoğu zaman kendimi, ormanda yaşayan bir masal kahramanı gibi düşlerdim. Buraların görünümü şaşkına çevirmişti beni. Babam çift sürerken o küçük patikadan, onca ağaç ve bitki topluluğunu yararak dereye inmek, farklı bir serüvendi benim için. Hele de deredeki fundalıkların geçit vermez sıklığı, yabani otların yeşilin bin bir tonunu yansıtan güzelliği… Köpük köpük çağlayarak akan suyun gizemli çağrısı… Kuşların, böceklerin kendilerine özgü sesleri… Kertenkele, yılan gibi farklı türdeki sürüngenlerin özgürce devinimleri, masalsı bir dünyanın kapılarını aralamıştı sanki bana. O nedenle, buranın bozulmamış doğasına, suyuna, havasına bayılıyorum ben. Zaten doğa sevgim de ta o günlerden başlamıştır.”

“Ne güzel anlatıyorsun Büyükbaba,” dedi Cemre.

“Bu kadar söz ve söyleşi yeter çocuklar. İsterseniz artık kalkalım, dereye inelim.”

Büyükbaba,” dediler, yeniden çantalarını sırtladılar.

(SÜRECEK)