“Buralar da zamanında büyük dedemin kardeşi Hasan Çavuş’un tarlasıymış,” diye tanıttı Zafer Bey. Tarlada yetişmiş birkaç meşe ve alıç ağacı vardı.

Derenin tabanına aşağı uzanan seyrek ağaçlı bir tümseği izlediler. Sol yanda, ormanın ortasında yine seyrek ağaçlı engebeli, hafif eğimli bir alana vardılar.

“İşte burası dedemlerin tarlasıydı. Belki kırk yıldır ekilip biçilmiyor. Gördüğünüz gibi yer yer biten meşeler kocaman birer ağaç olmuşlar. Her şey zamanla, aslına döner derler ya; burası da o hesap işte. Aslına dönmeye başlamış. Zaman içinde de ormanlaşacak.”

İri bir meşe ağacının gölgesine, otların üzerine oturdular. Çantalarını da yanlarına koydular.

“Ta köyden gelip, burayı mı ekip, biçiyorlarmış dedeniz Büyükbaba?”

“Evet Özgün.” Ardından çocuklara dönerek: “Çocuklar,” dedi. “Daha iyi anlamanız için konuyu baştan alayım. Köylerde geçim tarım, hayvancılık, meyvecilik ve sebzeciliğe dayalıdır. Köylü, toprağını ekip biçerek elde ettiği ürünle geçimini sağlar. Bu eskiden de böyleydi. Şimdi de… Eskiyle yeni arasındaki fark, teknolojinin gelişimi doğrultusunda, üretim araçlarının çağcıllaşması. Eskiden, şimdiki gibi kentlere göç olayı yoktu. Köylerde artan nüfusla birlikte geçim zorlaşmaya başlayınca, ekip biçmek için ormanlık alanları da kırıp tarla yapmış dedelerimiz. Ormanları yok etmenin getireceği olumsuzlukları ve felaketleri düşünememişler ne yazık ki. Ama zaman zaman uğradıkları sel felaketleriyle de, bu kıyımın bedelini ağır bir biçimde ödemişler.”

“Nasıl yani?” diye sordu Özgün.

“Bir örnek vermek gerekirse; 1979 yılında bu dereden inen sel, aşağıdaki Kışlacık Köyü’nü basmıştır. Basmakla kalmamış, mal ve can yitimine neden olmuş, ekili dikili alanlara da büyük zarar vermiştir. Nedeni; yağan yağmurdan oluşan selleri engelleyecek, yeterli bitki örtüsünün olmayışı.”

“Çok yazık!” dedi Cemre.

“Bu sel felaketinden sonra Devlet, köyün bir kilometre güneybatısındaki bir alana 170 tane afet konutu yaptırarak, köyü oraya taşımıştır.”

“Bazı yanlışlar, büyük felaketlere neden oluyor demek ki.”

“Doğru söyledin Özgün.”

“Peki bu tarla?..”

“Bu tarla da annemin dedesi tarafından orman kırılarak yapılmış tarlalardan. Şimdiki gibi traktörler ve modern (çağcıl) tarım araçları yoktu o yıllarda. Karasabana öküzler koşulurdu. Size resmini göstermiştim. Öküzlerin çektiği sabanın tutağından tutularak öyle sürülürdü toprak. Sürülen tarlaya ekilen tahıl, bahara doğru çimlenip yeşererek boy verirdi toprakta. Sonra başak tutar, yaz sıcağında olgunlaşıp, sararırdı. Ardından tırpanla biçilen ekin, yığın yapılırdı. Bir süre de böyle kuruyan yığınlar, kurulan harmana kağnı arabasıyla taşınır; yine öküzlerin çektiği dövenle sürülürdü. Döven, altlarına çakmak taşı çakılmış iki enli kalın tahtadan oluşurdu. İşte o keskin çakmak taşları ekin saplarını ezer, saman haline getirirdi. Sıyırgı ve yabalarla öbek yapılan bu taneli samana, ‘som’ adı verilir. Akşam yelinde yabayla savrulan bu somun, ekiniyle samanı birbirinden ayrılır. Elde edilen saman ve ekin, yine o cefakar öküzlerin çektiği kağnı arabasıyla, çetin dağ yollarını aşarak köye indirilirdi. Saman hayvanlara kışlık yiyecek olurken; ekin de yıkanıp temizlenerek, değirmende öğütülüp un olurdu. Undan da ekmek yapıldığını biliyorsunuz zaten.”

“Ne kadar çileliymiş köylülük,” dedi Cemre.

“Salt insanları değil,” dedi Zeynep. “Hayvanları da çilelidir köylünün.”

“Evet çocuklar! Koşum hayvanlarından öküzlerle, binek ve taşım hayvanlarından eşekler daha çok çalışırdı.”

“Bu gün kentlerde fırından kolayca alıp yediğimiz ekmeğin, işte böylesine uzun ve çetin bir serüveni var işte” dedi, Zeynep. “Zafer Amca çok güzel anlattı.”

“Bu uzun ve çetin serüvenin çilesini bizim babalarımız, dedelerimiz sürekli yaşarlardı. Şimdiyse teknolojik gelişmeler nedeniyle üretim araçları çağcıllaştı. Koşum hayvanları olarak nitelendirdiğimiz öküzlerin ve mandaların çektiği kağnıların, karasabanların yerini traktörler; orak ve tırpanın yerini de biçerdöverler aldı. Su değirmenleri ise yerlerini elektrikle çalışan un fabrikalarına bıraktı. Makineleşme işleri kolaylaştırdı. Eskiden işlerin zorluğu nedeniyle, elde edilen kazanca, boşuna “kan ekmeği” denilmemiştir. Son 40-50 yıllık zaman sürecinde gramofondan, radyodan, televizyona ve bilgisayara ulaştık. Bunca gelişim insana rahat yaşamayı getirirken ne yazık ki insan sıcaklığıyla birlikte, birçok güzelliği de alıp götürdü.”

(SÜRECEK)