“Dinleyelim öyleyse,” dediler.

Türkü, bir bayan sanatçının nefis yorumuyla, yüreklerinin bam tellerine dokunarak dalga dalga yayıldı çevreye.

Türkü bittiğinde yankısı hala sürüyordu kulaklarında.

Hava kararmaya yüz tutarken ay yükselmeye her yanı aydınlatmaya başlamıştı.

Bir süre daha radyodan istekleri dinlediler.

“Gelin çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Bu mehtaplı geceyi değerlendirelim. Ormanın kıyısına gidip ay ışığındaki görünümünü seyredelim.”

“Yaşasın!..” dediler.

Bahçeden çıkıp, kulübenin arkasından yürüdüler ormanın kıyısına doğru. Hafif bir esinti vardı. Havuza, havuzdan da oluğa akan suyun şırıltısı ruhu okşayan hoş bir müzik sesi gibiydi gecenin yüzünde. Akdağ’la Karadağ’ın arasındaki vadi, vadideki köyler karışık mavi bir aydınlığın içindeydi. Bu köylerin ışıkları da belli yerlere avuç avuç serpilmiş, yüzlerce ateş böceği gibi pırıl pırıl parlıyordu.

Ormanın kıyısına oturup, çekirgelerin ve yabanıl kuşların seslerini dinlediler bir süre.

“Büyükbaba,” dedi Özgün. “Gündüz pek duyulmayan Evkaya suyunun çağıltısı geceleyin çok yakındaymışçasına geliyor. Sesler, neden gece daha çok çıkıyor?”

“Geceleyin sesler daha çok çıkmıyor,” dedi Zafer Bey. “Ama daha uzağa gidiyor. Nedenine gelince: Gece tüm canlılar evlerine ve yuvalarına çekiliyor. Doğa sonsuz bir sessizliğe gömülüyor. Geceleri, ses dalgalarının havada yayılarak gitmesini engelleyici ses ve gürültü etmenleri kalmıyor, ya da azalıyor. O nedenle sesler, daha uzaklara gidebiliyor. Diğer bir deyişle de, daha uzaktaki sesler, bizlere kolayca ulaşabiliyor.”

“Zaman zaman benim de kafama takılırdı bu konu, Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Ama her seferinde sormayı unuturdum. Bunu da şimdi öğrenmiş olduk.”

“Yaşadıkça daha çok şey öğreneceksiniz çocuklar. Bilgilendikçe görüş, düşünüş, kavrayış, anlayış ufkunuz gelişecek; kültürlenerek zaman içinde kendinize özgü kimlik ve kişiliğiniz gelişecektir.”

Bir süre daha oturup, farklı konularda söyleştikten sonra kalktılar. Yürüdüler kamp yerine, bahçelerine.

YAYLA’DA SABAH

Zafer Bey çadırın içinde yeni bir sabaha uyandı. Bu ilk gece pek rahat uyuyamamıştı ama yine de bir dinçlik ve zindelik vardı bedeninde. “Havasından olmalı,” dedi kendi kendine. Çocuklar, derin bir uykudaydılar. Uyku tulumunun içinden sıyrılarak kalktı, giyinerek çadırdan dışarı çıktı. Güneş doğmuş yeni yükseliyordu dağların üzerinden. Havlusunu alarak kulübenin arkasına, havuza dolaştı. Elini yüzünü yıkayıp, kurulandı. Derin derin soluk aldı. Olabildiğince temiz ve dingin bir havası vardı Yayla’nın. Hafif bir yel esiyordu. Temmuz ayı da olsa, dağın doruğuydu. Elbet biraz serin olacaktı. Davarların çan sesleri geliyordu Yayla yanından. Tatar’ın çocuklar, davarını yaylıma götürüyor olmalıydılar. Yeniden kulübenin önünden bahçeye dolaştı.

Radyo istasyonlarını karıştırıp müzik aradı. İstasyonun birinde Türk Sanat Müziği vardı. Orada karar kıldı. Hafif bir ses verdi.

Sonra not defterini çıkarıp, 9 Temmuz 2003, Çarşamba tarihini düştü. Son 24 saatte yaşananları yazdı kısaca. Ardından kitabını çıkarıp okumaya daldı.

Çok sürmedi, bir çıtırtıyla kaldırdı başını.

Gelen Zeynep’ti. Gamsız da yanındaydı. Alaca kapıyı açmış, bahçeye giriyordu. Elinde de bir poşet vardı.

“Günaydın Zafer Amca,” dedi.

“Günaydın Zeynep kızım! Hoş geldin!”

“Hoş bulduk. Size bir şişe süt getirdim. Babaannem gönderdi.”

“Çok sağ ol kızım. Zahmet oldu sizlere.”

“Zahmeti mi olurmuş iki adımlık yerin.” dedi Zeynep. “Sütü pişirmenize gerek yok. Babaannem pişirdi.”

“Elinize sağlık yavrum.”

Zafer Bey süt şişesini aldı. Gözü hayvandaydı.

“Dün görmüştüm yanınızda. Ne sevimli hayvan böyle! Adı ne bunun?”

“Gamsız… Çok akıllı hayvandır.”

“Senin de arkadaşın elbet.”

“Hem arkadaşım, hem de koruyucum.”

“Ne güzel!“ dedi. “Onun sayesinde dağı taşı korkusuzca geziyorsundur.”

“Bir bakıma öyle.”

(SÜRECEK)