İSTANBUL-ÇORUM HATTI

Akşam kararırken caddeler ve sokaklar aydınlanmış, kentteki tüm yapıların ve iş yerlerinin ışıkları yanmıştı. Koca kent bir ışık sağanağı altındaydı. Taşıtlar da ışık saçan farlarıyla bir yerlere ulaşmaya çalışıyorlardı son hızla.

Bir süre söyleştiler Özgün’le Bahri Bey. Söz dönüp dolaşıp Özgün’ün Büyükbaba’sına geldi.

“Biliyor musun?” dedi, Bahri Bey. “Büyükbabanla çok iyi anlaşıyoruz. Sık sık da bir araya geliyoruz.”

“Siz de yazar mısınız?”

“Nereden anladın?”

“Çok iyi anlaştığı bir iki arkadaşı olduğunu biliyorum. Onlar da yazıyorlar da.”

Güldü Bahri Bey:

“Evet, ben de yazıyorum. Roman yazıyorum.”

“Ne güzel! Tahmin etmiştim zaten.”

“Kitap okumayı seviyor musun Özgün?”

“Hem de nasıl. Kitaplığımda 500’e yakın kitabım var.”

“Ciddi misin?”

“Evet. Neden şaştınız? Annem de babam da çok severler okumayı. Onların da binin üstünde kitapları var. Başka şeyle kesin surette övünmem ama kitaplarımın çokluğuyla övünürüm. Sizin anlayacağınız biz ailece kitap kurduyuz. Büyükbaba’ma çekmişiz.”

“Bravo Özgün. Seni yürekten kutluyorum. Büyükbaba’nın kitaplarını okudun mu diye sormuyorum.”

“Okumaz olur muyum? Hem de kaç kez. Kitapları basılır basılmaz önce bana imzalamıştır. O zaman çok küçüktüm. Anneme okuturdum. Okula başlayıp okumayı yazmayı öğrenince de kendim okumaya başladım. Okumayı sevmeme Büyükbabamın kitaplarının büyük katkısı olmuştur.”

“Peki, en çok hangilerini beğendin?”

“Hepsini. Hatta çocuklara ve gençlere yönelik olan taslak çalışmalarını da göndermiştir bana. Onları da büyük bir zevkle okumuşumdur. Büyükbabam çocukların ve gençlerin ruhundan çok iyi anlıyor.”

“O zaman derslerin de iyidir sanırım.”

“Çok iyi. Yedinci sınıfa pekiyi dereceyle geçip, takdir aldım.”

“Aferin sana Özgün. Annen, baban ve Büyükbabanlar seninle ne kadar gurur duysalar yeridir.”

Araba hafif bir sarsıntıyla yolcuların dikkatlerini yola çevirdi. Araç trafiği yoğundu. Yüzlerce binlerce araç, hedefe bir an önce ulaşmak için yarış halindeydiler. Işık bombardımanıyla yol alıyorlardı gidecekleri yöne doğru.

“Bahri Amca!” dedi Özgün. “Senin de çocukların, torunların var mı?”

“Var elbette. Benim de iki oğlum, bir kızım; onlardan da torunlarım var.”

“Siz de torunlarınızı sever misiniz?”

“Severim elbet. Hangi dede torunlarını sevmez ki?.. ”

“Büyükbabamla anneannem de bizleri çok sever.”

“Belli belli,” dedi, Bahri Bey gülerek.

İstanbul’u hala çıkamamışlardı. Bir süre sonra uykusu geldi Özgün’ün. Esnemeye başladı Bunda, bir gece önce uykusunu tam olarak alamamış olmasının da etkisi vardı.

Bahri Bey:

“Uykun geldiyse uyuyabilirsin Özgün,” dedi. Ben de biraz kitap okuyayım.”

“Gerçekten uykum geldi Bahri Amca. Dün gece sevincimden bir zaman uyuyamamıştım. Size iyi okumalar.”

“Sana da iyi uykular.”

Öylesine uyku bastırmıştı ki Özgün’ü… Çok sürmedi, gözleri kapandı. Arabanın o kendine özgü devinimi onu bir beşik gibi sallayarak uykunun kollarına alıverdi hemen.

Hafif bir sarsıntıyla uyandığında saat gecenin yarımını bulmuştu. Bir dinlenme tesisinin önünde durmuşlardı. Arabadaki yolcuların büyük bir bölümü iniyorlardı. Sesbüyültenden yansıyan ses:

“… Tesisine hoş geldiniz” diyerek, sürücünün yarım saat çay ve dinlenme molası verdiğini duyururken; dinlenme süresini doldurmuş olanlara da ‘iyi yolculuklar’ diliyordu.

Özgün uyanmıştı.

Bahri Bey:

“Merhaba!” dedi. “İyi uyudun mu bari?”

“Uyudum Bahri Amca. Siz hiç uyumadınız mı yoksa?”

“Yeni dalmıştım ki, mola verdiler. Biz de inelim.”

“İnelim Bahri Amca.”

(SÜRECEK)