Güldü Zafer Bey.

“Teşekkürler, Mustafacığım. Bu iltifat karşılıksız kalmamalı. Bu kez çaylar benden olsun.”

“Olur mu hiç Hocam?”

“Olur, olur...” dedi. “Hep senden içiyoruz. Sesle çaycıya da, hepimize birer çay getirsin. Sonra da senin şu kitap labirentini gezdirelim çocuklara. Çorum’daki gerçek zenginliğin nerede olduğunu görsünler.”

Mustafa Bey megafondan çay siparişi verirken, Zafer Bey de torunlarına döndü:

“Asıl çok kitabı şimdi göreceksiniz.”

“Buyurun içeri geçelim,” dedi Sahaf Mustafa. “Baksınlar çocuklar. Çayları içeride de içebiliriz.”

İkinci bir kapıdan iki basamakla indiler gerideki bölüme. İçeri aydınlatılmıştı. Tüm terekler düzenli bir biçimde, kendi aralarında gruplandırılmış kitaplarla doluydu. Koridor bir labirent gibi uzayıp gidiyordu ötelere doğru.

“Neden Çorum’un en zengin adamı dediğimi şimdi anladınız mı?” diye sordu Zafer Bey.

“Anladık,” dedi Özgün. “Çok kitap sahibi olan, okuyan, çok da bilgi sahibi olur. Bilgi sahibi olmak ise en büyük zenginliktir.”

“Aferin,” dedi. “İyi anlamışsın.”

Dipteki iki odanın penceresi arka sokağa bakıyordu. Ancak bu labirent, insanları korku tüneline değil de aydınlığa, kitapların aydınlığına götürüyordu. Çünkü burası, Üç koridor, beş odadan oluşan bir kültür gömüsüydü. Koridorların ve odaların tamamı her türden binlerce, on binlerce kitapla doluydu. “Her bir kitabın aydınlığa açılan bir pencere” olduğuna göre, burada da aydınlığa açılan binlerce pencere vardı. Ne yazık ki Çorumlu bu gömünün farkında bile değildi.

“Aman Allah’ım!” dedi Cemre. “Ne çok kitap var burada.”

“Bu kadar kitabı nasıl biriktirdiniz Mustafa Amca?” diye sordu Özgün.

“Ben Büyükbabanız gibi kitap yazamıyorum ama kitap biriktiriyorum. Çocukluğumdan beri kitaplarla dostum ben. Emekli olunca da kendimi tamamen bu işe adadım. Atadan kalma evi de ‘kitaplar evi’ yaptım.”

“Hep eski kitap mı satın alıyorsunuz?” diye sordu Cemre.

“Hayır,” dedi Mustafa Bey. “Sırf eski kitap biriktirmiyorum. Yeni kitaplar da getiriyorum İstanbul’daki yayınevlerinden. Sizin gibi gençlere yararlı olmaya çalışıyorum. Kitap gördü mü dayanamıyorum, satın alıyorum onları. Sattığımdan çok kitap aldığım için bu kadar kitabım oldu.”

Emre:

“Çok para harcamış olmalısınız bu kitaplar için.” dedi.

“Doğru. Eğer isteseydim kitaba verdiğim parayla iki tane lüks daire satın alabilirdim Çorum’da. Ama ben kitaba yatırım yaptım. Siz Büyükbabanızın emekli olduktan sonra, toptan aldığı emekli ikramiyesinin bir bölümünü kitap bastırmak için harcadığını biliyor musunuz?”

“Hayır!” dedi çocuklar.

Ardından da, “doğru mu?” dercesine Büyükbaba’larının gözlerine baktılar çocuklar.

“Doğru.” dedi Zafer Bey.

“Bu bir sevdadır çocuklar,” dedi Mustafa Bey. “Kitap sevdası hiçbir sevdaya benzemez. Ben de kazandığım parayı kitaba yatırıyorum,”

Bu arada çaylar geldi. Bir yandan çayları yudumlarken bir yandan da tereklerdeki kitapları inceliyorlardı çocuklar.

Zafer Bey, Michael Ende’nin “Bitmeyecek Öykü” adlı kitabını, Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun tek ciltte topladığı Atatürk’ün “Söylev”ini ve “Dünya Klasiklerinden Seçmeler” adlı kitapları aldı çocuklar için. Beş yüz sayfalık Dünya Klasiklerinden Seçmeler kitabında, “Çocuk Kalbi”, “Robenson Crusoe”, “Pinokyo”, “Pollyanna”, “Don Kişot”, “Define Adası”, “Heidi” ve “Sefiller” adlı sekiz kitabın özeti vardı.

Mustafa Bey de Çorumlu Aşık Borani’nin; “Elinde Gül Olsun Dilinde Türkü” adlı, şiir kitabını hediye etti çocuklara.

Ana caddeye çıktıklarında, birer kitaba daha sahip olmanın türkü tadındaki sevinç ve mutluluğu vardı çocukların yüreklerinde.

(SÜRECEK)