Haydar haber vermiş olmalı ki Yusuf yetişiyor hızır gibi. O her zaman öyledir zaten. En zor, en sıkıntılı zamanlarımda hep yanımdadır. İlk iş olarak odanın üzerine çıkıp, gevşemiş olan çatı toprağını bir güzelce çiğneyip, pekiştiriyor. Sonra, oda sahibi Hasanlardan boş bir gazyağı tenekesi alıyor. Evin içindeki suyu dışarıya boşaltıyoruz birlikte.

Bir saat sonra dışarıdaki yağmur dinmiş, evin damlaması da azalmıştı. Odanın içi her zamanki gibi buz dolabı. Belki içerinin soğuğunu kırar diye, hazırdaki odunlardan birkaç tanesini atıp sobayı tutuşturuyorum, Ama, gece ve gündüz üç gün yaksam, yine de kurutamazdım ıslaklığını. Arada sırada yakmakla da ısınması olanaksızdı. Kış boyu yakacağım odunun tamamı zaten altı hayvan yüküydü. Bu da tahminen 250 kilo odun yapardı. Isınmak için yaksam iki haftada tüketirdim. Koskoca oda, ısınmıyor ki arada sırada yakmakla. Oysa ki odunumu bahara kadar yetirmem gerekiyor. Bahara da daha üç buçuk dört ay var.

Yağmurlu havalarda, ya da yağan karların erimesi sonucu odam hep akacaktı. Yaşam böyleydi. İki de dörtlük yazmıştım o zaman.

Odamın çatısı da yağmura konuksever.

Bana hiç danışmadan odama konuk eder.

Damlalar birikerek göl olurlar odamda

Koyarlar yüreğimi, hem kederde, hem gamda

Ah bu çileli başım! ne zaman halas bulur?

Dertlerden kurtularak, ne zaman mesut olur?

Hep mi kaderim benim acı çekmek, üzülmek?

Ne zaman kısmet bana, neşelenmek ve gülmek?

Zafer Bey okumasını burada sonlandırdı.

“Bu serüven bitmiş değil çocuklar. Bu sadece birisi. Eskiden bir yığın olanaksızlıklar içinde, ne sıkıntılar ve zorluklarla mücadele ettik.”

Çocuklar soluksuz dinlemişlerdi bu yolculuk serüvenini.

Cemre Büyükbabasının boynuna sarılıp öptükten sonra

“Yaşamınız çok zormuş büyükbaba. Bizler her türlü varlık içinde sanki cennette yaşıyoruz.” dedi.

“Valla o yıllarda köylerde öğretmenlik de perişanlıkmış,” dedi Özgün.

Emre: “İyi ki Haydarlara rastlamışsın büyükbaba” dedi.

PİRBABA’DA ÇORUM

SAVUNMASI

30 Haziran 2003 Pazartesi günü hava sıcaklığı daha da artmış gibi geldi Zafer Bey’e.

Öğleye doğru çocuklarla çarşıya çıktı. Gazi Bulvarı’na yukarı yürümeye başladılar. Caddenin iki kıyısındaki atkestaneleri ve akasyalar kaldırımları gölgeliyordu. Her yaştan insan; kadını erkeği, çoluğu çocuğu, yaşlısı genciyle farklı amaçlar için akıyorlardı durmadan aşağı yukarı. Araç trafiği de yoğundu bulvarda. Son yıllarda ne kadar da çoğalmıştı özel araçlar. Bulvarın iki yanında yüz yüze, sıra sıra dizilmiş modern yapılar uzayıp gidiyorlardı yukarılara doğru. Yükseklikleri, yapım biçemleri, bünyelerinde barındırdığı dükkanları, işyerleri ve konutlarıyla yarışıyorlardı sanki.

Gençler ve çocuklar mevsimin özelliğine göre daha rahat ve ferah giyecekleri seçmişlerdi özgürce. Her elli adımda bir önlerinde kümelenmiş insanlarıyla dondurmacılar vardı. Sıcaktan bunalanlar, dondurmayla serinliyorlardı.

“Size de dondurma alayım çocuklar,” dedi, Zafer Bey. “Siz de biraz serinleyin.”

“Ne gereği var Büyükbaba,” dedi Emre.

Bir dondurmacıdan birer tane dondurma aldı onlara. Teşekkür etti çocuklar.

Kültür Sitesi ve Adliye Yapısı’nı arkada bırakarak, Hükümet Konağı’nın yanındaki Ilıca Caddesi kavşağına ulaştılar. Kavşaktan sonra, ‘Pirbaba Çamlığı’nın karşısına geldiler. Aşağı yukarı su gibi akan araçları kollayarak, yaya geçidinden karşıya geçtiler.

Kent insanının çoluk çocuğuyla oturup dinlendiği, ya da dostlarıyla hoşça zaman geçirdiği, çamlarla kaplı rahat ve ferah bir mekandı ‘Pirbaba Çamlığı’. Yer yer banklar yerleştirilmişti çamların altına. Bu parkın merkezi yerinde, bir de çayevi kurulmuş, aileler için oturma yerleri düzenlenmişti. Çocuklar için iki de salıncak kurulmuştu ağaçların altına.

Onlar da çamların bir şemsiye gibi gölgelediği, havuzun kıyısındaki boş masalardan birisine oturdular. Gelen garsona kendisine çay, çocuklara da birer kola getirmesini söyledi Zafer Bey.

(SÜRECEK)