O sürdürmüştü:

“Daha sen kendin çocuksun baksana! Sakalın bıyığın bile çıkmamış. Hem mektepte senin kadar talebeler var. Nasıl okutacaksın onları?”

“Okuturum ninem, okuturum. Sakal bıyık öğretmenlik yapmıyor ki” demiş, yürümüştüm. Kadıncağız da arkamdan bakakalmıştı.”

“Beni o zaman çocuk olarak gören bu yaşlı nineye, kızmadığımı söylesem yalan olur.”

Çocuklar güldüler:

“İlahi Büyükbaba…” dediler.

Cemre:

“O ilk görev yerinle ilgili bundan başka da ilginç anıların olmalı büyükbaba! Bize anlatır mısın, ya da okur musun?..”

“Bilmem…” dedi Zafer Bey.

Emre’yle Özgün de ısrarcı olup sarıldılar büyükbabalarına.

“”Kırma bizi büyükbaba!..”

“Size kıyabilir miyim hiç canlarım. Siz istedikten sonra elbette okurum.”

“Yaşa büyükbaba!...” dediler çocuklar.

Zafer Bey kitabı alıp sayfalarını çevirmeye durdu. Sonra bir yerde durdu:

“Çocuklar” dedi İlk görev yerimde daha bir buçuk aylık öğretmenim. Bir hafta sonu karlı bir günde Sungurlu ilçesine gidiş dönüş öykümü okuyayım.”

“Oku büyükbaba’” dediler.

Zafer Bey okumaya; çocuklar da can kulağıyla heyecan ve ilgiyle ses çıkarmadan dinlemeye koyuldular.

“16 Aralık 1961, Cumartesi.

Sırtımda doğru dürüst bir elbisem yok. Kasabada bir terziye diktirmek için sipariş verdiğim elbisemi ve bazı gereksinimlerimi almak için Sungurlu’ya gideceğim. Ama gece 25-30 cm. kar yağmış. Yine de vazgeçmiyorum gitmekten. Karda bir buçuk saat yürüyerek Ankara yoluna iniyorum. Dört saat araba bekledikten sonra bir yük kamyonunun tepesinde yarım saat ayazlayarak öğle sonu Sungurlu’ya indiğimde donmak üzereyim. Bazı gereksinimlerimi ve elbisemi aldıktan sonra o gece Sungurlu’da bir otelde kalıyorum.

17 Aralık Pazar sabahı kalktığımda, sulusepken bir yağış sürpriziyle karşılaşıyorum. Karla yağmur birlikte yağıyor. Ama köye dönmek zorundayım. Yolcu yazıhanesine varıncaya kadar ıslanıyorum. Bir süre sonra Çorum yönünden gelip Ankara yönüne giden bir otobüse biniyorum. 28’inci kilometrede Alembeyli köyünde indiğimde, açıkçası düş kırıklığına uğruyorum. Köyüm Alembeyli’nin doğusuna düşüyor. Yağmur, burada daha şiddetli; bardaktan boşanırcasına yağıyor. Ne şanstı bendeki de. Şimdi ne yapacağım? diye düşünüyorum.

Yağmurdan korunmak için, yolun kıyısındaki bir evin saçaklığının altına sığınıyorum hemen. Özellikle fileleri, filelerdeki elbisemi ve gereksinim maddelerini ıslanmaktan korumalıydım. Ama nereye kadar? Bu yağmurda ve çamurda bir buçuk saatlik yolu nasıl yürüyecek, nasıl ulaşacaktım köye.

Otobüse binecek yolcular vardı. Bense yağmur altında binen yolcuları izliyorum.

Birden:

“Ne o Hoca, nerden böyle?” diyen bir sesle şaşırıyor sonra kendime geliyorum.

Kimdir bana seslenen? Hem, beni kim tanır ki buralarda?

Bir de bakıyorum; öğretmen olduğum köyden Haydar adlı bir genç. Yanında yine köyden Çelebi’yle birlikte iki asker... Ellerindeki torbalarını otobüsün bagajına veriyorlar.

Memnun ve mutlu oluyorum onları görmekten.

“Sungurlu’dan geliyorum. Hayrola? Ya siz?..”

O yanındaki askerleri işaret ederek.

“Aha biz de askerleri yolcu ediyoruz.”

Asker kardeşleri, bir aylık izin sürelerini bitirmiş, Ankara’ya birliklerine dönüyorlarmış. Tek tek vedalaşıyorlar bizimle.

Her ikisine de, hayırlı teskereler diliyorum.

Onların binmesiyle de otobüs hareket ediyor.

“Biz de köye döneceğiz” diyor Haydar. Çayevine girelim de birer çay içelim; hem de yağmur dininceye kadar bekleyelim.

Onların da köye dönecek olması beklenmeyen bir muştu gibi son derece sevindiriyor beni.

Yakındaki çayevine giriyoruz hemen. Biraz ıslanmıştım ama önemli değildi. Onlar daha çok ıslanmışlardı. Dışarısını gören pencere önündeki bir masaya çevreleniyoruz.

Profg. Dr. Ali Özer

(SÜRECEK)