“Haklısın Büyükbaba,” dedi Özgün. “Çok güzel şeyler söylüyorsunuz ama bu kurala acaba, tüm büyükler uyuyorlar mı?”

“Yazık ki uymuyorlar yavrum. Büyükler küçüklere beklenen örnek davranışları sergileyemiyorlar çoğu zaman. Toplumun birçok kesiminde aile içi ilişkiler sağlıklı değil. Biri atılıyor, biri tutuluyor derler ya, o hesap işte. Bireyler arası sevgide, ilgide, hoşgörüde eşitsizlikler yaşanıyor. Ailede başlayan bu olumsuzluklar topluma yansıyarak, bireyler arasındaki sevgiyi öldürüp, yerine sevgisizliği koyuyor ne yazık ki. Bizler, insan sıcaklığını yitirmeden çocuklarımıza iyi örnek olmalıyız. Olmalıyız ki, onlardan da aynısını beklemeye hakkımız olsun, diyorum.”

“Ne güzel söylüyorsun Büyükbaba,” dedi Özgün.

“Neyse,” dedi Zafer Bey. “Bu konuyu bir başka zaman daha derinlemesine konuşuruz sizinle. Haydi, bakalım, gezi programını uygulamaya.”

“Biz hazırız Büyükbaba,” dedi Emre.

Hep birlikte kalktılar.

“Fotoğraf makinelerinizi, keplerinizi almayı unutmayın,” dedi. “Hava, bugün çok sıcak çünkü…”

“Hoşça kalın,” dediler, anneannelerine ve Bidibidi babaannelerine.”

Onlar da, “güle güle,” dediler.

PINARCIKLAR, KARADUTLAR

Önce Maşatlardan Arpalık Bahçe’ye indiler. Bakımsızlıktan, tüm bahçelerin sınırları dağılmış; yabani otlar ve çalılar kaplamıştı birçok yeri. Oradan Dutluk Bahçe’ye geçtiler. Orada da meyve ağaçlarının çoğu kurumuştu. Babasının sağlığındaki durumuyla şimdiki durumunu karşılaştırdığında, dayanılmaz bir hüzün doldurdu Zafer Bey’in yüreğini. Yaz dönemlerinde belli aralarla gelerek bakmak yeterli olmuyordu. Hala bölünmemiş ortada kalmıştı bu bahçeler. Sekiz hissedarı vardı, her birisi bir yerde olan. Köydeki birçok arazinin kaderi de benzer durumdaydı.

Çekirdekten yetişmiş vişneler kızarmış, olmuştu.

Biraz vişne yediler çocuklar.

Oradan hareketle iki yanı duvarlarla örülü bahçeler ve tarlalar arasına düşen ve arazi düzeyinden bir iki metre daha çukurda kalmış yoldan “Dedeli Pınarcık”a vardılar.

Buranın doğu kesimi kubbemsi ve yayvan bir tepeydi ve burası köyün mezarlığıydı. Dedeli Pınarcık, mezarlığın batı kesiminin taban eteğine düşüyordu. Bir metre yüksekliğindeki bir duvarın altından gün yüzüne çıkan suyu üç metre önündeki taştan topraktan yapılmış havuzuna dökülüyordu.

“İşte burası da Dedeli Pınarcık suyu çocuklar” dedi Zafer Bey.

“Buraya neden “Dedeli Pınarcık” demişler Büyükbaba?” diye sordu Cemre.

“Tam da ben soracaktım” dedi Emre.

Duvarın ortasına, tam da suyun çıktığı yerin üzerin yerleştirilmiş bir metre 25 santim boyundaki mezar taşını gösterdi Zafer bey.

“İşte bunun için vermişler o adı.”

Çocuklar duvarın önüne suyun kıyısına geldiler.

“Aaa!” dedi Cemre. “Bu bir mezar taşına benziyor.”

“Benziyor değil, mezar taşı.”

Baş kısmı oval biçimde yapılmış, omuz kısmından tabana kadar dik biçimde yontularak dikdörtgen konumda yapılmıştı. Üzerinde de bir yazı vardı. Çerçeve içindeki bu yazı anlaşılmaz semboller ve harflerden oluşuyordu.

Çocuklar ilgiyle bakıyorlardı yazıya.

“Büyükbaba bu yazı gavurca; açıkçası hiçbirşey anlaşılmıyor.”

Emre’yle Cemre güldüler Özgün’ün bu “gavurca” sözüne.

Zafer Bey gülümseyerek:

“Rumca bir yazı… Onların alfabesi bizim alfebemize benzemez. Bu mezar taşı Roma döneminden kalma bir mezar taşı. Bunu da eskiler kaç yıl önce buldularsa getirip buraya yerleştirmişler. Eskiler her nedense, bir dedenin mezar taşı olarak nitelemişler ve buranın adını da “Dedeli Pınarcık” koymuşlar.”

“Oldukça garip…” dediler.

Su havuzunun altından itibaren başlayan bahçeler ağaçların yoğunluğuyla bir orman görünümünde uzayıp gidiyordu aşağılara doğru.

Yüz adım kadar aşağıda bir çeşme daha vardı. Çeşmenin önündeki taşoluk, yekpare taştan oyulup yapılmıştı.

“Bu taş oluğu nasıl yapmışlar Büyükbaba?” diye sordu Cemre.

“Bu su oluğu 1940’lı yılların başında Çorum’un Palabıyık köyünden getirip yerleştirmişler buraya. O köyde taş ustaları varmış. Onlar yapıyorlarmış bunları.”

“Oradan buraya nasıl getirmişler acaba?”

Özgün’ün sorusunu Emre yanıtladı.

“Herhalde kamyonla getirmişlerdir.”

(SÜRECEK)