Geçmişte, çam ormanlarıyla kaplı olduğu söylenegelen Akdağ’ın, zaman içinde ya kesile kesile, ya da bir yangın sonucu yok olduğu varsayılmaktadır. Şimdi bu yamaçlar, görüldüğü gibi ardıç ağaçlarıyla kapanmaya başlamıştır.”

“Gerçekten çok ilginç… Sana ne kadar teşekkür etsek azdır Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Ne çok şeyler öğreniyoruz senden.”

“Bu kadar bilgiye nasıl ulaşıyorsun Büyükbaba?” diye sordu Özgün.

“Bu da sorulur mu hiç!” dedi Emre. “Elbette çok okuyarak, çok araştırarak…”

“Ne ise çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Sizlerin sayesinde çocukluğumuzun geçtiği bu yerleri, yeni baştan bir kez daha görmüş olduk. Kalkın, biraz da dut yiyelim. Bak ne güzel olmuş.”

“Ben dudu severim Büyükbaba,” dedi Emre.

“Ben de severim,” dedi Özgün.

“Benim sevmediğimi kim söyledi,” dedi Cemre.

“O zaman buyurun çocuklar.”

Kalktı, dutlardan birinin altına yürüdü. Dallardan birini tutup eğdi. Buralara pek uğrayan olmadığı için, dalların dudu olduğu gibi duruyordu. Hafif bir sarsıntı ve silkelenmede de dökülüyordu pıtır pıtır. Çocuklar da uzanıp yemeye başladılar. O bitince bir ikinci dala uzandılar.

Özgün:

“Dutları ne kadar tatlı Büyükbaba,” dedi

“Öyledir. Eskiden insan kaynardı buralar çocuklar. Şimdiyse pek az insana rastlıyoruz yazıda yabanda. Göç olayı, özellikle bizim köyün nüfusunu çok azaltmıştır. Yani her yüz kişiden seksen seksen beş kişi köyü terk edip dışarıya taşınmıştır. Eskiden bazı yoksul aileler, kırsal alandaki dut ağaçlarının dutlarını toplar pekmez yaparlardı.”

“Bu dutlar nasıl toplanır, nasıl pekmez yapılırdı?” diye sordu Emre.

“Bu iş, dört beş kişilik bir imeceyi gerektirirdi yavrum. Önce büyük bir çadır bezi, kovalar ya da tenekeler hazırlanırdı. Dört kişi çadır bezini dört ibiğinden tutup, gererlerdi silkelenecek dalların altına. Dut ağacının doruğuna çıkmış kişi de sırayla, tüm dalları tekme vurarak silkelerdi. Dutlar, dolu yağıyorca dökülürdü bu çadır bezinin üzerine. Oradan alınan dutlar da tenekeler ya da kovalara doldurulurdu. Bunlar da birer heybe içinde konur, eşeklere yüklenerek taşınırdı köye. Dutlar ezilip, şırası kazanlarda kaynatılarak bir iki işlemden geçirildikten sonra pekmez olurdu.”

“İlginçmiş,” dedi Cemre

“Şimdi dut pekmezi yapan yok mu Büyükbaba,” diye sordu Özgün.

“Kim bilir, belki vardır hala. Hem biliyor musunuz, beslenme uzmanları, dut pekmezinin çok yararlı olduğunu söylüyorlar.”

“Aslında ben pekmezin hep üzümden yapıldığını sanırdım,” dedi Emre.

“Şeker pancarından da pekmez yapanlar vardır.”

“Eskisi gibi toplayıp götüren olmadığından, dibine dökülen de kurumuş kalmış baksana,” dedi Cemre.

“Haklısın kızım.”

Bir süre sonra yapış yapış olan ellerini yıkayıp, birer resim de burada aldılar. Sonra dönüş için tabanı taş döşeli yola daldılar.

Zafer Bey, iki kıyıdaki bir insan boyunu aşan bu duvarların taşlarının, kim bilir ne emeklerle böyle üst üste yığıldığını düşünüyordu. Çocuklar, kendilerince bir başka havada kendi aralarında söyleşirlerken o; burada yaşayan atalarının neler yapıp, neler ettiğini ve nasıl bir yaşam biçimi sürdürdüğünü düşünüyordu. Taşların yüzü, özellikle kuzey kesimde olanlar yosun bağlamış, diğerleriyse esmerleşmiş, kararmıştı iyice.

Sonsuz bir suskunluk içindeydi bu yol, bu duvarlar ve bu taşlar. Ser verip sır vermeyenlerdendi. Gizlerini de sonsuza değin açıklamayacak gibi görünüyorlardı.

YAĞMURDA ISLANAN KİTAP

Karey’in Mezarlığı geçince doğu yönünden gelen yol kavşağında bir ağaç gölgesinde yeniden oturdular.

Özgün, Büyükbabasına dönerek:

“Çocukluğunuzda buralarda, açıkçası köyünüzün tüm boş alanlarında hayvan otlatmışsınız. Çok da ilginç çocukluk anılarınız olmalı.”

“Çok…” dedi Zafer Bey.

“O zaman yine bu Karey taraflarında geçen unutamadığınız anılarınızdan birini anlatır mısınız bize?”

“Size yağmurda ıslanan kitabımla ilgil bir anımı anlatayım.”

“Zevkle dinleriz Büyükbaba” dedi Cemre.

“Ben de onay veriyorum anlatmanıza Büyükbaba” dedi Emre.

Hep birlikte güldüler Emre’nin esprisine.

Zafer Bey, kısa bir süre uzaklara dalarak sustu. Sonra anlatmaya başladı:

“Kitap okumaya çok meraklıydım.

“4’üncü ve 5’inci sınıflarda ağabeylerimin romanlarını okumaya başlayacaktım. Abdullah Ziya Kozanoğlu ile Murat Sertoğlu’nun tarihi romanlarıyla o yıllarda tanışacaktım.

Yaz tatillerinde hayvan otlatmaya giderken bile ekmekten önce kitap girecekti azık torbama. Arkadaşlarım benim bu kitap okuma tutkuma bir türlü akıl erdiremeyorlardı.

Yaz dönemlerinde hava çok sıcak olurdu. Gölgesinde oturacak ağaç bile yoktu Kareylerde. Şimdiyse sınırlarda bir yığın yabani ağaçlar yetişmiş.

(SÜRECEK)