Köyümüzün güneyine düşen Kavak tarafına gelince; o yörede de Kavağın Pınar’la, onun bir kilometre güneyinde ve aşağısındaki Derviş Pınarı vardır. Öğleyin buralarda sulardık hayvanları. Kavağın çeşmenin doğusunda ve güneyinde de bahçeler, bazılarının da üzüm bağları bulunur.

Yine köyümüzün güney kesimine düşen Kuycak’ın Eşme yürüyerek köye yarım saat uzaklıkta olup Bendaltı yolu üzerindedir. Dedelerimiz tarafından ne zaman yapıldığı bilinmeyen yarım metre kadar yükseklikte, üç dört metre uzunluğundaki bir duvarın altından çıkar suyu gün yüzüne. Diğer yörelerdeki pınarların önlerinde olukları olduğu halde, Kuycak suyunun önünde oluşturulmuş göleçten içerler hayvanlar sularını. Su toplama havuzu ise 100-150 metre güneyde bahçeler arasındadır. Kuycak suyu gürdür. Derviş Pınarı’nın bir, bir buçuk kilometre doğusuna düşer. Bu pınarların hepsinin önünde de ikişer üçer tane dut ağacı vardır.

Öğle saatlerinde, ne kadar mal güden çocuk varsa önlerindeki büyükbaş ve küçükbaş hayvan yavrularıyla birlikte bu pınarların başında buluşurdu. Çeşme önleri ve yanları hayvan eğrek yerlerine dönüşürdü. Meleme, böğürme, anırma ve çan sesleri birbirine karışırdı. İnsan ve hayvan sesleriyle şenlenirdi buralar. Bu çeşmelerde hayvanlarımızı suladıktan, azığımızı yeyip suyumuzu içtikten sonra da dut ağaçlarına tırmanırdık. En uç dallara çıkmakta üzerime yoktu benim. Daldan dala atlayarak, tehlikeli cambazlıklar yapardık. Zaten her gün bir yığın çocuk ve genç bu dut ağaçlarına çıkıp dut yediklerinden, alçak dallarda olgun dut kalmaz, ancak uç dallarda bulunurdu. Bizler de bu uç dallara tırmanarak dutlarımızı yer, ağızlarımızı tatlandırırdık.

Bazen de köyümüzün tam güneyinde köye yürüyerek bir saat uzaklıktaki “Gökyer” dediğimiz yerlerde hayvan otlatırdık. Buralar ırmağa yakındı. Irmağın iki yakası da ekili, dikili meyvelik ve sebzeliklerden oluşurdu. Bu nedenle hayvanları ancak, Koyunağılı köyünün karşısındaki “Şahap’ın Ada” denilen yerde ırmakla buluşturabilirdik.

Çok yukarılardan ırmağın önü bağlanır. Buraya “bentbaşı” denir. Su, bent dediğimiz toprak su kanalına bağlanır. Irmak boyunca uzanan arazi ve sebzelikler bu bendin suyuyla sulanırdı.

Bizler bendin üst yanında kalan tarlalarda ve yavşanlıklarda güderdik (otlatırdık) hayvanları. Öğleyin de hayvanları ırmakta sulamak için Şahap’ın Ada’ya indirirdik. Öğle sıcağında soyunur, ırmağın serin sularına dalar, çimer de çimerdik. Bir türlü suların koynundan dışarı çıkasımız gelmezdi. Bu bize sonsuz mutluluk verirdi. Coşkulu sevinç çığlıklarımız göklere ağar; bir bölümü de ırmak boyundaki söğüt ağaçlarının dallarına, yapraklarına dorukur olada kalırdı sanki. Ne zaman ki hayvanlar söğüt gölgelerinden kalkıp yeniden yayılmak için hareketlenir; işte o zaman bizler de gönülsüzce ırmaktan çıkıp üzerimizi giyer, hayvanların peşine düşerdik.”

Çocuklar Büyükbalarının anlattıklarını sözünü kesmeden soluksuz dinlemişlerdi.

“Vay be!..” dedi Özgün. “Çok ilginç ve bir açıdan da çok güzel geçmiş çocukluk yıllarınız Büyükbaba. Bir de benim merak ettiğim dedelerimiz buradan, şimdiki köyün olduğu yere neden taşınmışlar acaba?”

“Neden taşındıklarını bilmiyoruz ama nereden taşındıklarını biliyoruz. Köyümüzün buradan başka bir parçası daha varmış.”

“Nasıl?” dedi Cemre.

“Nasılı var mı?” dedi Emre. “Büyükbaba’mın aynı zamanda araştırıcı olduğunu, bilmiyor musun Prenses Hazretleri?”

“Biliyorum Sayın Şehzade Hazretleri. Onun için soruyorum zaten.”

“Çocuklar,” dedi Zafer Bey. “İstanbul’daki Başbakanlık Arşiv Dairesinde, Osmanlı Dönemi’ne ait milyonlarca tarihi belge var. Bu belgeleriden elde edilen bilgilere göre, Çıkrık Köyü’nün beş yüz yıl öncesi bilinmektedir. O yıllarda atalarımızın köyü, ‘Kalfetoğlan’ ve ‘Musaköy’ adıyla iki farklı yerleşimden oluşuyormuş. Musaköy, nüfusça Kalfetoğlan’dan daha büyükmüş. Peki, neredeymiş bu köyler?

‘Musaköy’, Çıkrık Köyünün bir, bir buçuk kilometre güneydoğu kesiminde, yani Karey denilen bu yerde;

‘Kalfetoğlan’ ise, yine Çıkrık Köyü’nün üç kilometre güneyinde bulunan, ‘Derviş Pınarı’nın altındaki Karaağaç düzlüğündeymiş. Her iki köy de zaman içinde Çıkrık’ın şimdiki bulunduğu yere taşınıp, yeni bir köy oluşturmuşlar. Yaşlılar Karey’deki Musaköy’le, Kalfetoğlan’ın şimdiki yerine yerleşme efsanesini ve yeni oluşan bu köye neden Çıkrık denildiğini de şöyle anlatmaktadırlar.

sırtını yasladığı Akdağ’ın etekleri, o yıllarda çam ormanlarıyla kaplıymış. Karey’deki Musaköy’den, Çıkrık Köyü’nün şimdiki bulunduğu yere gelen çıkrık ustaları, buradaki çam ağaçlarından çıkrık yaparlarmış. İp bükmeye yarayan bu çıkrıkları da ticari amaçla satarlarmış. Köyün adının da büyük bir olasılıkla yapılan çıkrıklardan aldığını sanıyoruz.

(SÜRECEK)