Cemre şaşkın şaşkın:

“Hemen de nasıl yakıştırıveriyorsun Büyükbaba?” diye sordu.

“İşte bu da benim özelliklerimden birisi kızım.”

Ceviz ağacından sonra Topraklık’a ulaştılar. Yolun sol tarafında oldukça engebeli, çakır çukur geniş bir alan vardı.

İşte burası Topraklık,” dedi Zafer Bey.

“Neden Topraklık demişler?” diye sordu Emre.

“Bizim çocukluğumuzda evler, çoğunlukla toprak damlıydı. Köylü, buradan toprak kazıp götürürdü ahşap evinin üzerine.”

“Başka yerde toprak yok muydu?”

“Buranın toprağı killi topraktır. Halk arasında çorak toprak diye bilinir. Karda, yağmurda su sızdırmaz altına. ‘Loğ’ adı verilen, pekiştirici bir silindir taş gezdirilirdi dam üstlerinde. Beton gibi pekişir. Evler damlamazdı.”

“Şimdi götüren yok mu?” dedi Cemre.

“Yok,” dedi Zafer Bey. “Şimdi toprak damlı ev kalmadı ki köyde. Son yapılan yapıların tamamı da betonarme ve tuğlalı çatı.”

ALİ DAYI’NIN BAHÇESİ

Topraklığın üst başına giden yolu izlediler. Ali Dayılarının bahçesi, Topraklık’ın kuzeyinde yani üst yanındaydı. Sepetlikli motosikleti de bahçenin dışında duruyordu. Bu dayılarının bahçede olduğunun kanıtıydı. Bahçeye, başıboş hayvanların zarar vermemesi için, tüm kıyısı çalılarla korumaya alınmıştı.

“İşte geldik,” dedi Zafer Bey. “Burası dayımın bahçesidir. İlkbahardan son güze kadar, hemen hemen tüm zamanını burada geçirir dayım.”

Kıyıdaki alaca kapıyı açıp girdiler bahçeye.

Belli bir bölümü bağdı buranın. Karık karık çok güzel işlenmişti. Teveklerde ağustos ayının başından itibaren olmaya tatlanmaya başlaycak olan üzüm salkımları vardı. Çeşitli meyve ağaçları serpilip boy atmıştı burada. Az ilerde, Ali Dayılarının kulübesi seçiliyordu.

O da onların seslerini duymuş olmalı ki kulübesinden çıkıverdi. Yetmişli yaşlarda, oldukça dinç görünen, güler yüzlü birisiydi. Köy Enstitüsü çıkışlı emekli bir öğretmendi.

“Merhaba Dayı,” dedi Zafer Bey.

“Ooo! Buyurun yeğenim,  Hele hoş geldiniz.” dedi.

“Hoş bulduk Dayı,” dedi. Elini öptü, kucaklaştılar.

“Maşallah,” dedi. “Burada, güzellikler ve yeşillikler içinde yaşıyorsunuz.”

“Hem çalışıyor, hem de yaşıyoruz yeğenim.”

Çocuklar da eline vardılar dayılarının.

Onlara da, “hoş geldiniz” deyip teker teker öptü hepsini.

“Buraları ne güzel yapmışsın böyle,” dedi Zafer Bey. “Geçen yıla göre oldukça düzene girmiş.”

“Zamanımın büyük bir bölümü burada geçiyor yeğenim. İş kendini gösteriyor ve de yaptırıyor.”

Kulübenin yanı yöresi gül bahçesine dönüşmüştü. Ayrıca, kulübenin önüne dört direk dikip, çatıyı çıtalamış, asma dalları uzatmıştı üzerine. O da güzel bir biçimde kapatmış, gölgelik oluşturmuştu kulübenin önüne. Asma dallarının gölgeliğine bir masa, çevresine de iki oturak yerleştirmişti Ali Dayısı. İç açıcı, gönül okşayıcı, hoş bir görünümü vardı burasının. Kulübesinin öte yanında da sebzeliği vardı. 13-15 tane de arı kovanı görünüyordu, bahçesinin üst başında.

Onlar koyu bir söyleşiye dalmışken, Ali Dayı’nın eşi Dilber yengeleri çıkıp geldi elinde bir çıkınla. Zayıf, ince yapılı, tatlı dilli, güler yüzlü, sevecen bir kadındı.

“Vay ölüyüm, kurbanlar olurum size! Hele hoş geldiniz!” dedi, sarıldı çocuklara. Hal hatır sordu, “nasılsınız,” diye. Çocuklar da Dilber yengelerinin elini öptüler. Bir akşam önce, çocuklarla birlikte evlerinde uğramış görüşmüşlerdi zaten. Çocuklarla birlikte bahçelerine uğrayacaklarını da söylemiş; Ali Dayısı da:

“Mutlaka bekleriz,” demişti.

Zafer Bey:

“Gezmeye çıkmışken bahçenize de uğrayalım demiştik. Bize izin…”  dediyse de Ne Ali Dayı, ne de Dilber yengeleri bırakmadılar onları.

“Ateş almaya mı geldiniz, yavrum,” dedi Zafer Bey’e. Birlikte birer çay içelim, ondan sonra gidersiniz.”

“Bizim için zahmet etmeyin,” dediyse de;

“Zahmeti mi olurmuş. Her zaman mı geliyorsunuz sanki?” dedi.

Hemen çay suyu koydu, piknik tüpün üzerine. Çay demledi. Ardından da sofrayı kurdu masanın üzerine. Saç çöreği yapmış, onu koydu. Bal, tereyağı, peynir, çıkarıp getirdi kulübeden. Domates, biber, maydanoz ekledi diğerlerinin yanına. Çayları döktü, paylaştırdı önlerine.

“Hadi, afiyet olsun ölüyüm!” dedi. Buyurun, kusura bakmayın. Ne iyi ettiniz de geldiniz.!”

SÜRECEK