“Tadı çok nefis,” dedi, Emre.

“Hep pazarda, manavda ya da markette gördüğümüz meyveleri, burada taze olarak dalından koparıp yemek ne hoş duygu,” dedi Özgün.

“Doğru,” dedi, Emre. “O meyveler, dalından koparılıp evimize gelinceye kadar, kim bilir kaç kişinin elinden geçiyor?”

“Doğrusu,” dedi Cemre. “Meyvelerin yaşadığı serüveni ben de çok merak ediyorum.”

“Ne olursa olsun, asıl emek veren, onu yetiştirenler bence,” dedi Özgün.

Bir yandan konuşurken bir yandan da kaysı topluyorlardı poşete.

“Elbette yetiştirenler,” dedi Cemre. “Meyve fidanını dikeceksin. Sulayıp yetiştireceksin. Sonra da meyvesini toplayıp kasalar ya da sandıklarla pazara indirip satacaksın. Abdul Dayım öyle yapıyor.”

“Oldukça zahmetli bir iş,” dedi Emre.

“Büyükbabam, ‘emeksiz yemek olmaz’ der her zaman. Köylünün işi toprakla, yani; bağla, bahçeyle,” dedi, Özgün.

“Baksanıza şunca ağaca,” dedi Cemre. “Sırf Hacı Baba’mın buradaki tarlasında yüzün üzerinde meyveli meyvesiz ağaç var. Hepsini de bir ömür boyu, özenle bakarak tek tek yetiştirmiş.”

“Bizler de rahat rahat yiyoruz,” dedi Emre.

“Kendi gitti ama eserleri duruyor. Geride kalanlar da ondan yararlanıyor,” dedi Özgün.

“Demek ki,” dedi Cemre. “İnsanlar hangi konuda olursa olsun geride kalanlara yaşarken eser bırakmalılar.”

“Büyükbabam da eser bırakıyor,” dedi Emre. “Onun bağı bahçesi olmadığı için, o da kitap yazıyor.”

Poşeti kaysıyla doldurmuşlardı.

Alıp götürdüler, oturdukları yere.

“Buyurun,” dediler. “Size kaysı getirdik. Afiyetle yiyin.”

“Elinize sağlık çocuklar!” dediler.

Nurşen Hanım, kaysıları bir tabağa doldurup suyla yıkadı, önlerine koydu:

“Ayşe Abla, Enişte, çocuklar haydi buyurun!” dedi.

Birer ikişer tadına baktılar.

Büyükbabaanne:

“Hacı Ağa’nın canına değsin. Yattığı yer nur olsun.” dedi.

Zafer Bey, çocuklar ve kayınkardeşi Abdulkadir’le ırmak kıyısına doğru yürüdüler. Başta söğütler olmak üzere, kavak, kuşburnu, böğürtlen çalıları, yabani otlar ve sarmaşıklarla çevrilmişti ırmak yatağının iki kıyısı da.

Abdulkadir’in tüm yazları buralarda geçtiği için, ırmak boyunun her yanını avucunun içi gibi biliyordu. Yıllardan beri, babasının gününden bu yana, az mı cebelleşmişlerdi ırmakla.

Abdulkadir çocuklara:

“Bakın,” dedi. “Burası eskiden ırmak yatağıydı. Irmağın yirmi beş yıl önce aldığı yeri, babamın sağlığında yaptığımız metanet sayesinde, ırmaktan geri aldık. Eniştem buna tanıktır.”

Zafer Bey:

“İyi uğraş verdiniz,” dedi.

“Nasıl aldınız Dayı?” diye sordu Özgün.

“Parayla değil herhalde,” dedi Emre.

“Zorla yeğenim,” dedi Abdulkadir. “Hacı Baba’mın zamanında da buradaki tarlamızın bir bölümünü ırmak alıp götürmüştü. Ben de ırmağın önüne ‘metanet’ yaparak kurtardım buraları. Bizler sürekli ırmakla cebelleşiriz. Her yıl, kıştan bahara geçişte karların erimesiyle suları çoğalan ırmak, yatağına sığmaz olur. Azgın dalgalarıyla zayıf bulduğu kıyılara yüklenir; dönümlerce arazinin toprağını alttan oyarak, alır götürür.

“Metanet nedir Dayı?” diye sordu Cemre.

“Irmağın yüklendiği kıyıları taşlarla, kayalarla, ağaç ve çalılarla güçlendirerek korumaya alırız. Buna ‘metanet’ denir. Bazen başarılı olsak da, çok gür geldiği zaman, metanet falan dinlemez ırmak. Yapacağını yapar, edeceğini eder. Bakarsınız, birisinin tarlasının büyük bir bölümünü alırken; bir başkasının tarlasının kıyısında da, boş bir alan bırakır. Böylece ırmaktan yeni bir arazi kazanılmış olur. Zamanla ırmağın, bu boş alanların yüzeyine attığı mil, orayı ekilir biçilir bir duruma getirir.”

“Doğayla insanoğlu arasında yüzyıllardır var olan bir savaş vardır,” dedi Zafer Bey. “Bu savaş, bir türlü barışla noktalanmaz. Noktalanmaz, çünkü insanoğlu yüzyıllardır doğayla dost değildir. Nedense, ona elinden gelen her türlü kötülüğü yapar. Doğa da çoğu zaman bu kötülüğü karşılıksız bırakmaz. Yanıtını, çok acı bir biçimde verir. Şimdi ırmağın kıyısına geçelim.”

NERDE O BALIKLAR

“Beni izleyin,” dedi Abdulkadir. “Irmak kıyısına her yerden geçit bulamazsınız. Yalnız, dallara ve çalılara dikkat edin. Yırtmasın elinizi, yüzünüzü.”

“Olur, dayı,” dedi çocuklar.

Yoğun dalların oluşturduğu tünelsi bir geçitten ırmak kıyısına güçlükle geçtiler. Irmak yatağının görünümü yürekler acısıydı. Köprüden de gördükleri gibi ırmakta bir damla su akmıyordu. Belli yerlerdeki çukurlarda yosunlaşmış kirli sular vardı. İrili ufaklı çakıl taşlarından oluşan ırmak yatağı bile, yosunlarla kaplı, tiksindirici bir kirlilik içindeydi.

SÜRECEK