“Herkesin. Yani sahibi herkes.... Köyün ortak malı sayılır. İsteyen toplayıp yiyebilir.”

“Ne güzel!” dediler.

Uzanılabilecek dallarında pek kiraz kalmamıştı. Uğrak verenler, Yayla’daki çobanlar tüketmiş olmalıydılar. Çocuklar da zor uzanabiliyorlardı zaten dallarına.

“Siz şöyle gölgesine oturun. Ben biraz kiraz toplayım size,” dedi Zafer Bey.

Sırt çantasını çıkarıp, içinden boş bir poşet aldı.

“Aman dikkat et Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

“Siz merak etmeyin yavrum,” dedi. “Dikkat ederim. Gözüm kesmese çıkmam zaten.”

Kirazın çatağına uzandı. Tutunduğu daldan çekti kendisini yukarıya. Eskisi gibi rahat çıkamıyordu. Zorlanıyordu artık. Uygun dala yöneldi. En olgunlarından kısa süre de yetesi kadar kiraz topladı, indi aşağıya.

“Çok sağ ol Büyükbaba,” dediler çocuklar.

“Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Bizi memnun etmek için ne büyük özverilerde bulunuyorsun. Nasıl öderiz hakkınızı.”

Güldü Zafer Bey:

“Derslerinize çalışıp, her yıl sınıflarınızı geçerek; ailenize, topluma ve ülkenize yararlı bireyler olma çabasını sürdürerek” dedi.

“Elbette,” dediler. “O zaten bizim görevimiz.”

Kiraz dolu poşeti Cemre’ye vererek:

“Bunu, göle gelen suya bandır, yıkansın. Sonra al getir.” dedi.

“Hemen Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

Denileni yaptı. Getirip Emre’yle Özgün’ün önüne koydu.

“Şehzade’yle, Prens’e saygıyla sunulur,” dedi

“Sağ olun Prensesim,” dediler. “Size zahmet oldu.”

“Sizlere hizmet, bize zahmet değildir.”

“Haydi, bakalım,” dedi Zafer Bey. “Kirazı daha fazla bekletmeyelim. Bakalım tadına.”

Cemre tadına bakmaya başlamıştı bile.

“Çok nefis Büyükbabacığım!” dedi. “Elinize sağlık.”

“Afiyet olsun. Yalnız karnınızı kirazla doyurmayın çocuklar. Çünkü biraz sonra yemek yiyeceğiz.”

“Tamam,”  dediler.

Yıkanan kirazın birazını yediler.

Öğle olmuştu.

“Sizi, göle gelen suyun kaynağına, yani çıktığı yere götüreceğim çocuklar. Öğle yemeğini de orada yeriz. Su harkını izleyerek karşıya geçeceğiz. Buraya uzak sayılmaz.”

“Gidelim Büyükbaba,” dediler.

Yeniden sırtladılar omuz çantalarını. Yürüdüler Büyükbaba’larının ardı sıra. Geniş bir yay çizerek kuzeyden batıya yönlendiler harkla birlikte. Arazi dikleşirken, meşe ormanı da sıklaşıyordu. Harkın üst yanında bir patika vardı. Çok sürmedi. Hafif kayalık bir alanın başladığı yerde suyun kaynağına ulaştılar.

Sırt çantalarını, keplerini çıkarıp, ellerini yüzlerini yıkadılar.  Su buz gibiydi. Ardından su içtiler birer ikişer yudum. Sonra, seçtikleri koyu bir gölgeliğe geçip oturdular. Zafer Bey, çıkardığı bir gazeteyi sofra bezi gibi serdi yere. Çantalarından çıkardıkları yiyecekleri üzerine dizdiler. Patates kızartması, yaprak dolması, domates, salatalık ve biber vardı. Saç çöreği eşliğinde söyleşerek, gülüşerek, neşe içinde bir güzelce karınlarını doyurdular, su içtiler.

Sofrayı toparladıktan sonra, bir meşe ağacının gölgesine uzandı Zafer Bey. Çocuklarsa, çevreyi dolaşmaya çıktılar.

Sık meşelerin arasından yukarıya doğru tırmandılar. Hava sıcak, yamaç çok dikti. On dakika sonra meşelik alanın dışına çıktılar. Burası taşlık, kayalık, yabani otların boy attığı, kıraç bir yamaçtı. Dağın doruğu ellerini uzatsalar tutacaklayın yakındı. Ancak onlar da iyice yorulmuşlar, ter su içinde kalmışlardı. Geriye dönüp oturdular. Üçü de soluk soluğaydı.

“Dağın doruğuna az kaldık,” dedi Emre.

“Az kaldık ama canımız da az kaldı,” dedi Özgün.

“Ne o, yoruldun mu Prens Hazretleri?” dedi Emre gülerek. Özgün’e göre biraz daha ince yapılı, biraz daha hareketliydi.

“Evet, yoruldum sayın Şehzade!” dedi Özgün. “Sen yorulmadın mı?”

“Ana kuzuları yorulur. Ben yorulmam.”

“Ne demek yani şimdi bu? Ben ana kuzusuyum da sen baba oğlağı mısın?”

“Bana oğlak diyemezsin!” dedi Emre. Öfkelenmişti.

“Hop hop!” dedi Cemre. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz Allah aşkına? Şakanın da bir sınırı var. Büyükbabam olmadan on dakika kendi başımıza gezemeyecek miyiz? Hep o mu frenleyecek bizi yanlış davranışlarımızda?”

“Ama nasıl konuşuyor baksana!” dedi Özgün.

“Asıl sen uygunsuz konuşuyorsun!” dedi Emre.                      

SÜRECEK