Sırt çantalarını çıkarıp oturdular. Bir süre dinlendiler. Susamışlardı. Suluklarını çıkarıp kana kana su içtiler. Yukarılara doğru ardıçlar ve meşeler iç içe uzayıp gidiyordu.

Zafer Bey, deredeki kurumuş fundalıklardan hem kendisine, hem de çocuklara çantasından çıkardığı çakı bıçağıyla birer değnek yaptı,

“Yürürken dayanır, destek alırsınız bundan,” dedi.

Teşekkür ettiler çocuklar.

“Daha yolumuz çok mu Büyükbaba?” dedi Özgün.

“Dereyi yarı ettik sayılır. İlerde yolumuzun üzerinde soğuk bir su kaynağı var. Orada da oturur bir şeyler yeriz. Hadi bakalım bu kadar dinlenmek yeter.”

Yeniden ayaklandılar. Kimi yerlerde de sarmaşıklar sarmıştı kayaları. Fundalıklar dere tabanında yukarıya doğru yoğunlaşmaya başlamıştı. Zaman zaman başlarını eğerek, dalları kaldırarak yürüyorlardı. Dere tabanındaki kayaların yanından dolaşarak, ya da üzerlerinden aşarak sürdürüyorlardı yürüyüşlerini.

Zafer Bey çocukların önlerindeydi. 60 yaşında olmasına karşın sporu hiç bırakmamıştı. Yarı yaşındakilerle yarışacak derecede doğa sporlarında başarılıydı. Aynı zamanda saatlerce dağ bayır, dere tepe yürüyecek kadar da dirençliydi.

Bir süre sonra ayaklarının altında suyu gördüler.

“Aaa! Su var burada Büyükbaba,” dedi Cemre.

Yukarıdan gelen su, bulundukları yerde kumların arasında kayboluyor, daha aşağılara inemiyordu.

“Evet kızım,” dedi. “Suyun akıntısı buraya kadar geliyor. Az kaldık kaynağına.”

Fundalıklar daha da yoğunlaşmıştı. Güneş ışınları sık dallardan yol bulup ulaşamıyordu bulundukları yere. İki kıyıdaki yar, yer yer iki üç metreyi aşıyordu. O nedenle kıyılardaki ağaç yoğunluğundan yamaçlar görünmüyordu.

Biraz daha ilerleyince önlerinde fundalıkların gerisinde, 6-7 metre yüksekliğinde, 3-4 metre genişliğinde duvar gibi kayalık bir setle kesildi yolları. Su, bu kayanın yüzünde yayılarak tatlı bir şırıltıyla dökülüyordu aşağıya. Kayanın üstünde dere çatallanıyor, ikiye bölünüyordu. İki derenin ortasında ağaçlı bir sırt yükseliyordu.

“Büyükbabacığım,” dedi Cemre sevinçle. “Şu güzelliğe bakın Allah aşkına! Ne ilginç bir görünüm. Kayadan suların dökülüşü, çevresinde yeşilin her tonuyla bezenmiş fundalıklar, tertemiz hava”

“Aaa!” dedi Zafer Bey. “Şiir gibi konuşmaya başladın Cemre.”

“Buraların güzelliği adamı şair yapıyor demekki Büyükbaba,” dedi Emre.

Özgün de:

“Çok sağ olun Büyükbabacığım,” dedi. “Siz bizi getirmeseydiniz, bu güzellikleri nasıl görürdük biz.”

“Bir resim de burada çekilir,” dedi Emre.

“Evet,” dedi Özgün. “Ancak bu kez sıra bende”

“Geçin şöyle,” dedi Zafer Bey. “Suyun kayadan dökülüşü de çıkmalı resimde. Flaşı kullanmayı unutma yavrum.”

Bir yanına Cemre’yi bir yanına da Emre’yi alarak birlikte gülümsediler objektife.

Zafer Bey de üçünün resmini çekti aynı yerde.

“İyi ama buradan nasıl çıkacağız Büyükbaba,” dedi Cemre. Sadece karşımız değil, kale duvarı gibi yanlar da dimdik yar.”

“Evet Büyükbaba,” dedi Özgün. “Burda hapis kaldık herhalde.”

Güldü Zafer Bey:

“Sen de mi hapis kaldığımızı düşünüyorsun Emre?” diye sordu.

“Hayır, Büyükbaba,” dedi Emre. “Yandaki ağaç köklerine tutunarak çıkabiliriz yukarıya. Biraz da heyecan olsun.”

“Haklısın,” dedi Özgün. “Bu kadar da zorluğu olmazsa tadı çıkar mı bu gezinin?”

Çıkmaz,” dedi Emre. “Serüven yaşadığımız nereden belli olacak.”

“Doğru,” dedi Zafer Bey. “Biraz da heyecan olmalı bu yolculukta. Hadi bakalım. Birbirimize yardımcı olarak çıkacağız yukarıya. Eskiden rahat çıkılıyordu ama son yağan yağmurun getirdiği sel, tabanı oyarak iyice derinleştirmiş.”

Zafer Bey sağlam bir ağaç köküne uzanarak çekti kendini biraz yukarıya. Ayağına da aşınmış toprak yarda rahat tutunmak için tekmeyle yer yaptı. Tek eliyle de tutunarak, diğer elini uzattı çocuklara.

“Haydi bakalım, önce sen gel Emre, dedi. “Sırayla çıkacaksınız. İyi tutunun. Ben yardımcı olacağım size.”

“Değneklerimiz Büyükbaba?...” diye sordu Emre.

(SÜRECEK)