22-26 Mayıs 2017 günü 8.Uluslararası Türk Dili Kurultayı yapıldı.

Kurultaya damgasını vuran, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın işyerlerine ve statlara isim olarak yabancı sözcüklerin verilmesini eleştirmesi oldu.

"Kendi dilimizin zenginlikleri varken bu özentilerle adeta, hayvanların yarıştırıldığı malum Avrupa'daki "arena"ları kalkıp spor salonlarında isim olarak kullanmak pek de kibar değil, şık değil" dedi.

Ve de "Eskiden kıraathane vardı bizde, şimdi buraların isimleri clup olmuş, kafeterya olmuş" diyerek Belediye Başkanlarına "bunları engelleyin, bu tabelaları söküp atın" talimatıyla dil tartışması yeniden başlatılır oldu.

Bu tartışma doğru mudur? Doğrudur. Bu tartışma samimi midir? Kuşkuludur.

Çünkü Erdoğan bu konuya, 2013'te Ankara'da Next Level adlı AVM'yi açarken de değinmişti. AVM'lere verilen yabancı isimlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmişti.

Ama 2015-2016-2017 yıllarında:

-Samsun 19 Mayıs Stadı "Samsun Arena", Eskişehir Atatürk Stadı "Es Es Arena" olurken...

-Antalya Atatürk Stadı "Antalya Arena", Gaziantep Atatürk Stadı "Gaziantep Arena", Malatya İnönü Stadı "Malatya Arena" olurken...

-Afyon Atatürk Stadı "Afyon Arena", Konya Atatürk Stadı "Konya Arena", Sakarya Atatürk Stadı "Sakarya Arena" olurken...

-Beşiktaş İnönü Stadyumu "Vodafone Arena" olurken ve 2016 yılında bizzat Erdoğan'ın katılımıyla açılırken...

Bu "arena" isimlerine bir şeyler söylenmedi, itiraz edilmedi. Amaç, Atatürk ve İnönü isimlerinin kaldırılması mı idi? Bilemiyoruz.

Ve 26 Mayıs günü Erdoğan, Kasımpaşa Stadyumu'nda ÖNDER İmam Hatipliler Derneği mezuniyet töreninde konuştu; "Bakana talimat verdim, arena isimleri değişecek" dedi.

Acaba eski isimleri mi verilecektir? Bunu da bilemiyoruz.

Peki, yabancı isim konusu tartışılmalı mı? Elbette tartışılmalı.

Çünkü neredeyse kendi dilimize yabancılaşır olduk...

Ve de öyle yabancılaşır olduk, öyle küçümser olduk ki dilimizi, katıldığımız Eurovision yarışmalarına bile Türkçe ile mi, İngilizce ile mi katılalım tartışmasını yapar olmuştuk.

Bilinmelidir ki, emperyalizmin bir sömürü aracı da dildir. Dildeki sömürü, bir toplumu kendi kimliğinden uzaklaştırmak, kimliğine yabancılaştırmaktır.

Ve de bilinmelidir ki, emperyal sömürgeci güçler, misyonerleriyle ya dilini ya dinini ya da hem dilini hem dinini götürmüştür sömürge ülkelere. İngilizler Kuzey Amerika'ya, Afrika'ya, Hindistan'a... İspanyollar Latin Amerika'ya... Fransızlar Cezayir'e...

Herhalde bu olguyu en çarpıcı anlatan, Kenya'nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta'nın sözleri olmuştu.

"Beyaz adam Afrika'ya geldiğinde bizim topraklarımız, onların elinde İncil vardı. Dua edin dediler. Gözlerimizi kapattık, dua ettik. Açtığımızda, İncil bizim elimizde, topraklarımız onlardaydı" demişti. Afrika'nın sömürgeleşmesini bu cümlelerle anlatmıştı.

Elbette dilimizi korumak, kollamak, yani sahiplenmek hepimizin görevidir.

Kaldı ki, bu konuda Atatürk "Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır" demişti 1930'da.

Ve 12 Temmuz 1932'de Türk Dil Kurumu (TDK) kurulmuştu.

Ama uzun süre bir zihniyet TDK'ya karşı savaş vermiş, üretilen sözcükleri benimsememişti. TDK'nın sözcük üretimi ideolojik bulunmuş, solcu kimlikli görülmüştü.

Dilde bile sağ-sol kamplaşması olmuş, sözcükler bile paylaşılır olmuştu.

Ve de öyle ki:

-"Örneğin" sol kampın, "mesela" sağ kampın olmuştu.

-"Devrim" sol kampın, "inkılâp" sağ kampın olmuştu.

Bugün ise Batı'dan yansıyan bir kültür bombardımanı altında kalınmıştır. Neredeyse kendi dilinden utanan bir nesil yetişmiştir bu ülkede.

Türkçe kirlenir, kirletilir olmakta; bu kirlenme bir kültür kirlenmesine dönüşmekte, bir kimlik bunalımı yaratır olmaktadır.

Bugün görünen budur.

Oysaki insan "kendi diliyle düşünür" demiştir bir bilge...

Ancak bir gerçeği daha görmeli ve dilimize sahiplenmede daha gerçekçi bir yöntem geliştirmeliyiz.

Bu da yarınki yazının konusu olacaktır.