Son günlerde Türkiye'de olağanüstü gelişmelere tanık olundu. Oslo görüşmeleri derken devletin görüşmeyi hiç düşünmediği ve anlatmakta çok zorlanacağı İmralı görüşmeleri, güne damgasını vurdu.

Galiba "Kürt Sorunu" için iktidar ve siyaset yeni bir adım atmakta... Ve galiba bu adım, atılan son adım olmakta...

Sayın Kılıçdaroğlu da 8 Ocak 2013 Salı grup konuşmasında bu sorunu, "Adına ne denirse densin bunun adı Kürt sorunu" dedi ve koşullu destek vereceklerini ifade etti.

Kılıçdaroğlu, 6 ay önce de "Kürt Sorunu ve Terör Sorunu" başlığı altında, CHP adına 10 maddelik bir öneri sunmuş ve diğer partilerle görüşme istemişti. Ancak bu girişim sonuçsuz kalmıştı.

Önce bir konunun altını çizmek gerekir. Bu sorun, Türkiye'nin her döneminde önemli ve de çok ağır bedeli olan bir sorunu oldu. 90 yaşına basan cumhuriyetin 48 yılı bu sorunla geçti. Kalan dönemin de büyük bölümü darbeler ve sıkıyönetimlerle geçmişti.

M. Ali Birand'ın tespitiyle irili-ufaklı 25 kez başkaldırı oldu. Bu başkaldırılar şiddetle bastırıldı. Son başkaldırı ile bugün 30 yıldır devam eden ve ülkede büyük acılara neden olan, kanlı bir çatışma ve terör dönemi yaşandı ve de yaşanıyor. Açık konuşmak gerekirse, bunun sonu ne olacak diye ya düşünülmedi, ya da düşünülen açıkça söylenmedi

Kürt kökenli yurttaşlarımızın yaşadığı bölge bir Osmanlı coğrafyası idi. Emperyal İngiliz politikası bu coğrafyayı dörde bölmüş ve dört ülkeye paylaştırmıştı. Bu paylaşımın er ya da geç, ilgili ülkelerin hem iç hem de bölge sorunu olacağı görülüp, bir politika geliştirilmedi. Başkaldırılar bastırıldı ama farklı kimliklerle birlikte yaşamanın koşulları oluşturulmadı.

İşte Irak... İşte Suriye... Gelişmeler çok net olarak görülebilmekte.

Dünya petrol kaynaklarının %70’inin bulunduğu bu bölgenin, emperyal güçlerin denetimi ve kontrolü altında olduğu; bölgenin ve bölge ülkelerin politikalarının, emperyal güçler tarafından belirlendiği açık bir gerçektir.

Nitekim Irak ve Suriye'de bulunan Kürt bölgeleri merkezi hükümetten ayrı bir sürece sokulmuştur. Yani dörde bölünmüş bir coğrafyanın, yeniden birleştirilme sürecinin başlatıldığı da bir gerçektir.

Ancak bu süreçte, bölge ülkelerinin demokratik devlet yapısını oluşturamamış olması, bu kimliklerin uyanışını ve ayrılıkçı eğilimlerin gelişmesini besleyici neden olmuştur.

1961 Anayasası ile gelen demokratik özgürlüklerin sonucu, toplumsal uyanış ve emeğe dayalı sosyal bilinçlenme etnik kimlikleri ötelemişti. Ne yazık ki, toplumsal ve emeğe dayalı bilinçlenme sürekli bastırılır oldu. İnanç ve etnik kimlikler uyandırılır oldu.

Ve de şu bir gerçektir ki, 12 Eylül darbesiyle emek eksenli siyasetlerin ve hareketlerin bastırılması ve büyük bir şiddetle tasfiye edilmiş olması, özellikle Kürt kimliğinin önünü açmış oldu. Yani 12 Eylül, Türkiye'nin geleceği için bir kırılma noktası oldu. 12 Eylül darbesine bir de bu açıdan bakılmalıdır.

Artık şu bilinmelidir ki, uyandırılmış bu kimliğin geri dönüşü yoktur. Son 30 yıl içindeki gelişmeler parça parça izlenirse sorunun aldığı yol görülür. Ayrıca bu sorun küresel güçlerin gündemine taşınmaktadır. Bir ölçüde taşınmıştır bile.

Ve Türkiye siyaseti, bu gerçeği görmelidir artık. Bu sorun siyasetin birbirine karşı kullanacağı bir sorun değildir. İç politikada kullanılacak bir malzeme de değildir. Milli bir sorundur. Milli olarak bir çözüm üretilmelidir. Ve de çözümü Türkiye siyaseti üretmelidir.

Maalesef bugüne kadar kullanılan dil, sorunu çözmek yerine Türk ve Kürt ayrışmasını besleyen bir dil olmuştur. Ülke, birbirinden kin ve nefret duyan, aynı şeylere ağlayıp aynı şeylere sevinemeyen iki topluma yarılır olmuştur.

Yıllardır olan çatışma ve terör sonucu, iç göçlerle büyük kentlerin dokusu değişir, göçer mahalleleri oluşur, adeta kentlerdeki çatışmaların ortamı hazırlanır olmuştur.

Ve maalesef Türkiye siyaseti çözüm üretmek yerine, Cumhuriyet Türkiye'sinin en önemli bu sorunundan siyaseten beslenir olmuştur.

Daha da acısı, sorunun çözümü için milli bir politika üretmek yerine ABD'den ve Barzani'den yardım istenir olmuştur.

İşte Kürt sorununda Türkiye panoraması budur.

İktidarın bu konuda net olamaması nedeniyle attığı adımlar, bir ABD projesidir endişesiyle hep kuşkuyla karşılanmış, siyaseten yeterli desteği bulamamıştır. Yani iktidar, muhalefete göre inandırıcı olamamıştır.

Ve şu bir gerçektir ki, muhalefetin tüm renkleriyle milli bir uzlaşma sağlamadan yapılan girişimler sağlıklı bir çözüm getirmeyecek, daha büyük iç çatışmaların fitilini yakmış olacaktır.

Yapılacak iş, geciktirilmiş de olsa milli bir uzlaşmayı oluşturmak, özellikle çözümün adını koymaktır. AKP iktidarına, bu konuda CHP'nin vereceği destek çok önemlidir.

Sonuçta iktidar ve muhalefet bu konuda cesur olmak zorundadır. Çünkü bu konu siyasal bir rant kapısı değildir. Ülkenin bölünme riskini de içinde taşıyan, 90 yıldır bu toplumun kanayan yarası, toplumsal bir uzlaşma ile çözüme kavuşturulmalıdır.

Çünkü çevremizdeki gelişmeler bu sorunun çözümünü gerekli kılmaktadır.

Ve Türkiye siyaseti öyle bir cesur adım atmalı ki, 30 yıldır ağlayan analara yeni analar eklenmemelidir.

Yıllarca darbelere giden yolların taşları döşendi bu ülkede.

Bu kez de barışa giden yolların taşları döşenmelidir.