28 Ağustos 1984 günü aramızdan ayrılan eğitimci yazar Şükrü Gümüş'ün vefatının 32. yılı nedeniyle kendisini rahmet, saygı ve özlemle anıyoruz.


Vadinin dumanı usuldan Samur Dağına ağrı ağmış, bölük pürçük havaya asılı kalmıştı birazı. Cıvıl cıvıl bir güneş açmıştı…
Parça parça duman ağmıştı Durugöl’ün üzerine.
Gelincik kırmızısı bir poşuya takılmış sürüyü süzüyordu alıcın dibinde. O yüzü, o kaş, gözü ansımaya çalışıyor, çıkaramıyordu bir türlü. Karmakarış etmişti usunda. Kime benzetse tutturamamıştı. Herkesten ayrı, herkesten üstün bir şeyler vardı onda.
Bir yandan da Seho’yu kurmuştu hep. Kaşını, gözünü, gülüşünü; gelincik kırmızısı poşusundan, yüzüne balkıyan tatlı kırmızılığı…
Nedir aydınlık gülüşü, kar dişleri, yüzü, gözünün bal sarısı; gülünce, söğüt yaprağı gibi yayılıp inceliveren dudakları usuna yer etmede, hiç mi hiç silinmemecesine kazınıp kalmıştı belleğinde…
Dudağında ıslık olup, bir sevda türküsü oturmuştu o günden sonra Zülfo’nun diline. Dağa taşa, ağaca kuşa, bir sevda türküsünü söylemişti ıslık ıslık…
Koyu bir mor tonunda gittikçe birbirine karışan dağlara baktı. Adını sanını bilip bulamadığı bir sürü dağ, doruk… Uçları kar, uçları kış, uçları birer ölüm tuzağı…
Bir düşüncedir aldı Zülfo’yu. Gözlerinin pırıltısı, bir donukluğa bıraktı yerini.
Ansızın bir çalı dibinde bir mantar bulmuş, bir kaya dibinde ilkyazın ilk çiçeğini, çiğdemini görmüş gibi apansız bulmuştu onu. Ve apansız görüp şaşıra kalmıştı. Nasıl olmuşsa alıç ağacının gündoğusundaki o kayanın dibindeki gözede yamaç yamaca gelivermişlerdi. Kaçmadan, yüzünü, gözünü sarmadan bakmış, akçacık dişlerini göstererek gülmüştü Seho. Zülfo’nun yüreği yerinde davul, o da gülmüştü. Bakıp kalmıştı öyle bir söze varamadan, varırsa ürküp kaçacağını düşünerek…
Bakracını doldurmuş, ürkek bir yaban kuşu gibi sekerek kaçmıştı sonra. Ağzının kıyısında yapışık bir gülümseme Zülfo’nun. Ardından sürükleyip götürmüştü aklını.
Oturup kalmıştı Zülfo öylece gözede. Aklı Seho’nun gözünde, kaşında; gülünce ince bir kıvrım olan dudaklarında, dişlerinin aydınlığında oturup kalmıştı.
Suskunluğuna, konuşmamışlığına hayıflanıyordu.
Bir hınzır gülüş yapışıp kaldı dudağına. Gürül gürül bir ıslığa durdu alıç ağacına yönelip.
Dereler sel seledir.
Uzaktan bir akbaba belirdi. Süzülüp çelik kanatlarıyla boşluğu biçti uçurumlaraca. Bir kayanın dibinde bir yaban lalesi toprağı yarıp çıktı. Bir keklik dişisine saldırdı hışımla.
Zülfo, Seho’yu ansıdı yine. Gözlerinin önüne geldi gülüşü, dişleri yüzü… hele de yüzünün suda aynalanışı kiraz kırmızısı…
Yüzünü yuyordu gözede. Seho’lu bir düşteydi. Az üst yana geçmiş, Seho’nun suda aynalanmış yüzünü görünce şaşakalmıştı. Karıştırmıştı düş hangisidir, gerçek hangisi. Seho’nun bakracını doldurup boşalttığını, oyalandığını ayrımsamıştı. Kaş altından kendisine baktığını hatta gülüverdiğini… Söze varmak için uygun bir başlangıç bulamadı Seho’ya yamaç. Gözü, Seho’nun suda aynalanışında, dudağında, dişinde.
Gözlerine baktıkça mutlanmış Zülfo. İçi bir Çorum halayında kabarıp kabarıp bir sevinç denizine kesmişti. Bakracını geri uzattığında her nasılsa et ete değmişler, bedenleri hoyrat bir ürpertide Yele tutulmuş bir asma dalı gibi titreyip durmuşlardı el elde. Suskun, ağız açıp söz edemeden yürekleri azgın bir çalkantıda, en doyulmazında hazların.
Daha sonra bir söze varamadan sekmiş, bir koşu sağımcıların arasına katılmıştı. Seho’nun yelde efil efil gelincik kırmızısı poşusunda, gözleri bakıp kalmıştı öyle.
“Düğümsüz bir ipe asılmaktasın kurban. Yolun yakınından dönsek iyi olur bu sevdadan.”
Şeyho, enginlere çadır kurmaz. Ağalarda beylerdedir gözü. Sürüyle davarda, keseyle altındadır. Bilmezsin zalimin zalimidir.”
Koyağın dumanı çekilmiş, domuzuna aydınlığa gömülmüştü koyak. Dağların karlı uçları elini uzatsan tutar bir yakına gelmiş, Zap’ın görüneni bir altın selidir. Balkıyıp göğe ağıyor ışık içinde. Homurdanıyor
(Katır) Kulo iniş aşağı hayli zorlanıyor, arada bir yan dönerek bulabildiği bir uğuntudan inmeye çabalıyordu. Arada bir kayıyor, dertop birkaç adım sürükleniyor, toplanıp yeniden yekiniyordu alışkın adımlarla.
Öbek öbek kar vardı dere ağızlarında. Zap’ın yanındaki yaban söğütleri, yaban elmaları yeşeriyorlardı. Alabildiğine yayılmış, şose yolun kimi yerlerini basmıştı. Zap, ürkünç bir kütürtüyle doldurmuştu koyağı. Akmıyor, sokurdanıyor say ki. Kudurgan bir yabanıl hayvan. Yana yöne saldırıyor.
Dağlar, dik yamaçlar, koyu uçurumlar, keskin sırtlar…
Küçücük sular, koca çay kesilmiştir şimdi.
Bir türkü oturdu dudaklarına. Türkü aldı uzaklara götürdü usunu. Bu türkü o türküydü… Dağa taşa, ağaca kuşa yele katıp üfürdüğü o türkü…
Hoş ne demek, bir dünya güzelidir. Eşi menendi yoktur yaratılmışlarda.
Çatılmış kaşları gevşemiş, Dudakları yamulmuş, bir gülüş oturmuştu ağzına. Akçacık dişleri çıkmıştı. Parlıyordu kar parçası.
Sekmişti sonra, bayır aşağı koşmuş sağımcılara katılmıştı gelincik kırmızısı poşusu yelde.
Döşüne bastırmış, küt küt atan yüreğiyle o da bir koşuya durmuştu… Biliyordu artık uyur uyanık düşünde gezdiği dünya güzelinin meyli kendisindedir.
Bir söze varamadan, yürekleri bir davul döğümünde bakışıp kalmışlardı.
Bakmış, ay doğarca gülüvermişti Seho.
Bakışmışlar sonunu getirememişlerdi sözün. Kütür kütür dudaklarını yemiş, bir söz bulup söyleyememişti Zülfo. Sevinci bir düğüm olup gırtlağına oturmuş, bakakalmıştı yüreği azgın bir koşuda.
Şeyho’yu düşünmüştü Zülfo. Sırtlan dişlerini, arada bir balkıyıp sönen çapraz fişekliğini, mavzerinin namlusunu… Avına çullanacak bir kartal örneği kabarmış kanatlarını, pençelerini düşünmüştü Şeyho’nun, daldı dalacak…
Görüp, üst ucunuza dikilmemiştir. “Ne istersin kızımdan ülen, aç ağzını, salavat getir!” dememiştir. Az üstünüzden geçmiştir. Benim burada dudağım yarılmıştır. Dönüp baksa görecektir.
Oğlum uşağım yoktur. Oğul bilmişim seni… Arı kadar bir kurşuna kurban gitmeden bu sevdadan vazgeçesin Zülfo…
Kalktıklarında dağların bir yanı gölgelenmeye durmuştu.
Kulo’yu bile keyiflendirmişti yolun düze çıkmış olması. Yol kıyısının uç vermiş otlarına sarılıyor, yeşillenmeye yüz tutmuş bodur ağaçların kızarmış fışkınlarına uzanıyor, arada bir kıç atıp cilveleniyordu.
SÜRECEK