28 Ağustos 1984 günü aramızdan ayrılan eğitimci yazar Şükrü Gümüş'ün vefatının 32. yılı nedeniyle kendisini rahmet, saygı ve özlemle anıyoruz.

Kıyı kültür sanat dergisinin Temmuz Ağustos 2008 tarihli ve 203. sayısında “Şükrü Gümüş’ün Yazarlığı” başlıklı yazımda şöyle yazmıştım:
“Şükrü’yü, ilk romanı Zap Boyları’ndan sonra, dil ve anlatım yönünden daha etkin ve yetkin olarak görüyoruz. O, gerçek bir kurgu, biçem ve betimleme ustasıydı. Bu ustalığı olağanüstü güzellikte ve şaşırtıcı boyutlardaydı. Yapıtlarında, yöresel deyimler ve atasözlerinden de büyük ölçüde yararlanıyordu. Genç olmasına karşın O’nda, gerçek bir halk bilgesinin kültürel birikimi, deneyimi ve ustalığı vardı. O hangi konuyu ele alırsa alsın, olayları okurun gözünde öylesine gerçekçi bir biçimde canlandırıyordu ki, olay kişileri kısa sürede ‘ete kemiğe bürünüp’ okurun kafasında üç boyutlu bir görselliğe dönüşüyordu sanki. Okuduğunuz bir roman ya da öykü değil, gerçek yaşamların görselleşmiş bir filmiydi.
O’nun yöresel halk dilini başarılı bir biçimde kullanması, keskin gözlemciliği, betimlemelerdeki dil ustalığı ve bunların sonucunda Türkçemize yeni açılımlar getirmesi, dil ve halk bilimi uzmanlarınca ve üniversitelerde inceleme konusu olacak varsıllıkta ve güzellikteydi. Şükrü, bu değin genç yaşta aramızdan ayrılmasaydı kim bilir Türk edebiyatına ne güzel, ne özgün yapıtlar kazandıracaktı. Ama olmadı.”
O’nun el yazısıyla defterlere ve kağıtlara yazdığı tamamlanmamış 4-5 tane taslak roman çalışması var. Bunlar, 40 ile 60-70 sayfa arasında değişmektedir. Bunlardan birisi konusunu Doğuda, ilk öğretmenlik yeri olan Hakkari yöresinden seçtiği, fakat tamamlayamadığı “Zülfo ile Seho”; Diğerleri ise; konusu Çorum yöresinde geçen “Baykuşlar”, “Faytoncu”, “Zilli Köpek” adını verdiği tamamlanamamış taslak romanlarıdır. El yazısıyla yazdığı bu taslakların kimi yerlerini okuyup sökmek, kök sökmekten zordu benim için. Bu yazımda, onun Zülfo ile Seho adlı taslak çalışmalarından seçtiğim, adına “Şükrü Gümüş Anlatılarında Özgün Betimlemeler” adını verdiğim seçkiler sunacağım. Bu yazıyı okuduğunuzda, böylesine büyük bir yeteneği zamansız yitirmiş olmanın hüznünü sanıyorum sizler de yaşayacaksınız.
ZÜLFO İLE SEHO
Kısılıydı gözünün teki Feyzo’nun. Ağzı gülecekleyin bir yana kaymıştı. Yitirilmiş bir kavgayı yeni baştan yaşıyordu.
Seho geçti elinde bir bakraç, saçı poşusundan taşmış, ürkek, işveli… Sonra Zülfo … İnce uzun, gözlerinde bir tutam günışığı…
Yele tutulmuş yaprakça indi dam üstünden.
Odasına girip mavzerini kuşandı. Kafasında yitirilmiş bir kavga, vurup çıktı cevizliklere yukarı.
Bir keklik sürüsü havalandı. Bir tavşan yumaklanıp sündü, yamacı aştı. Yukarı sekilerden dağ keçileri geleni görüp kulak kepçelediler.
Dişleri sıkılı, elinin biri fişekliğinde, kulaklarında anasının sesi, karşı dağlara varıp gelmiş, Durugöl’de dolaşmış, sonunda beynine çakılıp kalmıştı Feyzo’nun.
“Düşmanlar Seho’yu götürmüşlerdir! Yatıp uyur musun daha Feyzo?..”
Atlanıp pusatlanmıştı o saat. Yollara düşmüştü.
Yeryüzü ıslaktı. Seho’nun gidişine ağlamış bir hali vardı yeryüzünün. Bulutlar parça parça yeryüzüne dökülmüş, birazı dağların karlı uçlarında, birazı Durugöl’ün üzerine ağmıştı. Kızıl bir ateşle tutuşmuş yanıyordu Göl.
Ağzını bıçak açmaz olmuştu. Benzi solmuş, Gözlerinin ışığı tükenmişti. Altındaki at gök köpük, şişmiş kalmıştı İncebel’in dorukta. Kulakları dikili karşı yamaçlara bakıyordu ürkek…
Yeniden indirmişti gözlerini yere. Bir tamam marsık kesilmişti yüzü. At üstünde zor duruyor gibiydi. Her zaman balkıyan mavzerinde bile bir hüzün, bir yenilmişlik, bir ezinç…
İncebel’den aşağı, koyağın içine ağrı topuk vurmuştu atına. Seho’yu düşünmüştü, elde bakraç salınışını, poşusundan taşan saçlarını, ay parçası yüzünü… Ve çığ gibi büyümüştü Zülfo’ya hıncı.
Yağmur silmiş süpürmüştü izlerini. Düzlükleri, koyak diplerini, kayalardaki kovukları bir bir ditmişlerdi. En küçük bir iz yoktu. Yer yarılmış içine girmişlerdi sanki. Gök köpük içinde kalmıştı atları. Açlıktan avurtları çökmüş, gözleri çukurlarına gömülmüştü ikisinin de…
* * *
Tütünsüz durabilirdi Zülfo. Döşüne bir yumruk vurup, çaysızlığa, şekersizliğe katlanabilirdi. Gel gör ki her şeyin başıdır bir lokma ekmek. Unsuz, ekmeksiz durulamaz. Bebeleri: “Acıktık baba!” deyip bacağına sarılırsa neylemeli, ne demeli onlara. Yüzlerine nasıl bakmalı?..
Çetin bir kıştı. Uzun sürmüştü. Kar değil, dert, tasaydı üzerlerine yağan. Kero hastalanmış, haftalarca yatmıştı ağız dil vermeden.
Başları daha karlıydı dağların, bir duman içinceydi. Bir sis denizine kesmiş Zap Vadisi, azgın bir homurtuda kaynayıp duruyordu.
Karşı yamaçlar bulanık bir sis içinde, yoklara karıştı karışacaktı. Bir yanları ıslanmış ceviz ağaçları usuldan bir yele takılmış, gıcırtılın sesler çıkararak salınmaya durmuştu.
Kanatları birer kulaç bir akbaba süzüldü, süzüldü karşı yamaçtaki bir kayanın üstünde üç kez döndü, vurdu indi uçurumlara aşağı.
Dağları etekleri boz bulanık bir duman içinde görünüyorlardı Korkunç bir uğultu geliyordu duman denizinin içinden. Azmış, kudurmuş olmalıydı Zap.
Kambur kambur üstüne, tasanın birini baş edemeden yeni bir derdin ağıtına durmuşlardı.
Tanrı, umulmadık yerden bir sebep verir, bakarsın. İlkyaz güneşi dağın taşın karını dize getirir, bir yol verir Zülfo’ya kalkıp kımıldayacak.
Ayakları yolda, aklının bir ucu evindeydi Zülfo’nun; keçilerinde, bebelerinde, Seho’daydı. Seho, uğruna sürgüne düştüğü kadın, bebelerinin anası.
* * *
Kurumuş dudakları gevşedi ansıyınca Seho’yu. Mutlu bir gülme oturdu ağzının kıyısına. Navsar Yaylasının çimen çiçeğe kestiği ilkyazda tanımıştı onu.
Yüzüne bir bakmış, daha bakamamıştı. Hop etmişti yüreği yerinden, azgın bir at kasılıp kalmıştı içinde.
Bakakalmış, bir söze varamamıştı Zülfo.
“Tanrımın bir boş zamanına denk gelmiş, varmış gelmiş, özenmiş yaratırken” diye düşünmüştü. Ne hüneri vardıysa, göstermiş… Şu kaş, şu göz, şu ağız, burun aman Tanrım!..”
O da ona bakmış, suyun içinde gülümsemişti. Bir tamam çarpılmıştı Zülfo bu gülüşle. Elleri birbirine dolaşmış, içinde hoyrat bir şeyler kabarmıştı.
Gidiyorken kıkır kıkır güldüğünü duyumsamış, bir yerlerinde bir şeyleri kırılmış, kül ufak kalakalmıştı.
Zülfo, sürünün içinde gelincik kırmızısı bir poşu görmüştü o gün hep… Gelincik kırmızısı poşuyla birlik içinde bir boşluk büyüymüş, içini doldurmuştu büsbütün.
SÜRECEK