Bir sanatçı ister ressam olsun, ister heykeltıraş…

Ya da piyanist veya balerin olsun…

Her sanatçının “Sanatıyla ilgili, duygularını ve yaşadıklarını en iyi kendisi anlatır” diye düşünürüm nedense…

Doğru, ya da yanlış…

Bir iç hesaplaşma yapar gibi, duygularına mana katarsa, sanatıyla ilgili olarak yaratıcılığını kendi ölçeğinde köpürtebilirse, sanatçı işte o an kendisini en doğru anlatmaya çalışan kişidir bence.

Ve bunu bal gibi de başarır.

Yani yardıma ihtiyacı yoktur.

Tıpkı hangi sanat dalındaysa, o sanatını icra ederken yaşadığı duyguları gün ışığına çıkarmak gibi.

Yarattığı eserlerin üzerine kendi fenerini tutması gibi…

Ankara’nın tanınmış ressamlarından Sera Uzel de, “Kaunos Kralı’nın yattığı tepelerden bir kuş ötüyor, kral belki de bize bir şeyler söylemeli… Belki Tanrılar Üçlüsü; Hattuşili, Pudehepa, IV.Tuthaliya’ya uzanırız, sonra İlluyanka ile yer, içer ve onu sarhoş ederiz.” şeklinde bir dışa vurumla resimlerini anlatmaya, onlara yeni anlamlar katmaya çalışıyor.

Ve devam ediyor:

“Kendimle yolculuk yapabilmek için resim yapıyorum, her şeyden daha iyi bildiğim şey resim yapmak, renkleri, mitleri ve sembolleri kişisel bir öykü ile birleştirip sevgi ile harmanlayıp, zamanın içine bırakıyorum. Duyulamaz olanı duymak.Görülemez olanı görmek için...

Belki de patatik bir yolcuyum ben...”

Devam ediyor;

“Xavier de Maistre'' yi anımsıyorum. '' Odamın Etrafında Yolculuk'' kitabında evinin eşiğinin önünden öteye bir adım atmadığı halde, onu uzak diyarlara götüren yolculuğunun her durağını en ince ayrıntılarıyla anlatır ,her şey zihinde ve hayal ürünü .Okyanus olarak evindeki bir kavanoz su ve kırmızı balıklara sahip olduğu halde, bir kaşif gibi bilinmeyen dünyalar, isimsiz kıtalar keşfeden bu adam aslında hayali bir yolcu. O, belki de benim.”

Daha gerilere, başlangıçlara uzanıyor Sera Uzel

“Ben, Memet oğlu Sera Uzel, Anadolu’nun gizem haresi ile çevrili her yanı sırlarla kaplı topraklarında, yani Sivas’ta 1958 yılında doğdum.

Çocukluk yıllarımda babam ressam-Memet- sayesinde resim sanatı ile tanıştım. İlk resmim “tren istasyonu” çalışmasını yaptım.

Henüz 4 yaşındaydım; “Bu çocuk resmi, neden bilinmez, her şeye tepeden bakılarak yapılmıştır.”

Geldiği noktayı samimi bir şekilde anlatıyor Uzel, kendisine soru bile sormadan:

“Karda oynadım, kızak kaydım, büyüdüm, büyüdüm, büyüdüm…

Gözlerimi kapayıp siyah beyaz suretlere baktım, Tanrı ile konuştum, sanatı sevdim resimler yaptım.

İstanbul’dan Kars’a kadar bir çok sergiler açtım. Artık belki de bir ressamım ben…”

Sanatçı duyarlılığının ve tevazuun “dibi” bu olsa gerek…

Uzel işte böyle biri…

Mütevazi, üretken, yaratıcı ve dur-durak bilmeyen bir enerji…

Amma…

Sanatçı yanını, başarılarını, yaratıcılığını dostluğunu sergilemekten esirgeyen biri …

Oysa bir felsefeci gözüyle ise bir başka aleme götürüyor bizi Sera Uzel.

Nitekim, Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümünden Emrah Akdeniz ise özetle şöyle tanımlamış Sera Uzel’i:

“Uzel’in resimlerinin ana odağında bir tür ayrılışın, terk edilişin, bırakılışın, kopuşun olduğunu ve bu kopuş ekseninde kutsal ile dünyevi arasında gidip gelen bir gerilimin kendini hissettirdiğini söylemek olanaklı gibi görünüyor.”

Aslında Uzel’i kısa denilebilecek bir dönem aralığında ortaya çıkardığı ve sergilemeye çalıştığı eserlerini sayısının pek çok olması.

Adeta sınırsız eser üretme sevgisi ve iştahı var Uzel’de

1986’dan bu yana 28 kişisel sergi açmış.

İki grup sergisi ile birlikte toplam 30 sergi…

Eğitim yılları süresince resim sanatına daha fazla yakın olmuş.

1984 yılında katıldığı Vakko Resim Yarışması’nda başarı kazanmış.

Ankara’da ilk duvar resmini 1987 yılında gerçekleştirmiş.

1999′da Ankara The British Council Art Gallery’de üç ayrı resim çalışmasını izleyici ve basının katılımıyla doğaçlama olarak gerçekleştirmiş.

Ayrıca Çırağan Palace Sanat Galerisi –İstanbul, Schneidertempel Sanat Merkezi – İstanbul, Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı- Kars, Bilkent Üniversitesi, Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi – Ankara’da kişisel sergiler açtı ve sanatsal çalışmalara katılmış.

Özetle dur-durak bilmeyen…

Üreten, ürettikçe de felsefenin derinliklerinde yeni keşiflere çıkan bir şövalye…

Elindeki “Şovale”siyle ortalıkta dolaşan bir sanatçı sanmayın onu…

O gerçekten, felsefenin derinliklerinde yeni ve gizemli “suret” ler aramaya, hayal etmeye ve onları eski çağların sır dolu yüzlerini gün ışığına çıkarmaya çalışan gerçek bir şövalye gibi de anılabilir.

Ya da kendi tanımıyla:

“İsimsiz kıtalar keşfeden bu adam aslında hayali bir yolcu. O, belki de benim”

Fazlasını bilemem…