“Hayal ettiğim ülke bu değildi.”
Üstat Çetin Altan’ın kaybıyla birlikte manşetlere çıkan bu düşkırıklığı, serzeniş, hayıflanma, aslında bizim kuşağın da hissiyatını yansıtıyor.
Çetin Altan, aramızdan ayrılmadan kısa süre önce, acıyla bu tespiti yapmak durumunda kaldı.
Çetin Altan üzerine söylenebilecek çok şey var elbette.
Övülecek çok yönü, eleştirilecek -bize göre- yanlış, -O’nu da sonunda bu umutsuz değerlendirmeyi yapmak zorunda bırakan- tercihleri var.
Ayrı bir yazı konusu…
23 Ekim Cuma günü, Ertuğrul Özkök’ün köşe yazısının başlığı da buydu: Hayal ettiğim ülke bu değildi.
Özkök, üstadın “Artık anlaşılıyor ki, ülkeme demokrasinin geldiğini görmeden ayrılacağım…” şeklindeki sözünü de aktarıyor, yazısının bir yerinde ise, “Yaşamayı bildi…Bizlere de bulaştırdı o ‘güzel yaşamak’ denilen hasleti…” diyordu.
Naci’nin ardından yazabileceklerimi düşünürken, Ertuğrul Özkök’ün bu kısacık cümlesinin, tam da Naci’yi tanımladığı kanısı uyandı bende: “Yaşamayı bildi…”
Özkök, bu değerlendirmesinin ardından, Çetin Altan için şunu da diyor; “İtiraz etmesini bildi bu dünyada…İtirazın bedelini ödemeyi de…”
Güzel yaşamanın, gönlünce yaşamanın, sevgiyle yaşamanın bir bedeli var mı?
Kimileri için belki…
Bedel de bir yazgı belki, kimbilir?...
*
Bizim 6 Fen-B sınıfından Nazır Sercan’ı 26 Temmuz 2015 günü kaybetmiştik. 28 Temmuz’da “Bırakma Hayatı” başlığı altında duygularımı yansıtmaya çalışmış, yazının sonunu da şöyle getirmiştim:
Elbette, gong çaldığında “İşte geldik gidiyoruz, kalanlara selam olsun!” demekten başka çare yok.
Ama, hayatı bırakmamak gerek.
Duygusallık tamam da, “tükenmişlik sendromu” yakışmaz bize.
Yaşama tutunacağız hiç bitmeyecekmiş gibi bu ömür…
Gidenlerin arkasından güzel duygularımızı, rahmet dileklerimizi yollayarak, sevgiyle dolu…
Kapımızı çalacak bir gün ölüm, hiç kuşkusuz…
E, hoş geldi sefa geldi!
Ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya, üretmeye devam etmek durumundayız.
Çünkü bizim kuşağın hâlâ verebileceği çok şey var bu topluma.
Sonuçta, hiçbir şey için yılgınlığa düşmeye değmez.
Yıkılacağız, kahrolacağız, ama yeniden ayağa kalkıp yürümeye devam edeceğiz.
Zamanın acımasızlığına inat, yaşamaya devam edeceğiz.
Nazım’ın dediği gibi, vaktimiz yok ölenlerin yasını tutmaya, hayat uçup gidiyor avuçlarımızın arasından.
Ruhun şâd olsun Nazır!
Ömrünüz uzun olsun tüm dostlarım.
*
Eylül’ün ilk yarısıydı, Mustafa Saatçi aradı; “Naci çok hasta” diye…
Naci’nin telefonunu çevirdim, oğlu Barış açtı.
“Karaciğerle safra kesesi arasında tümür tespit edildi Mehmet Amca, müdahale edilmesinin de mümkün olmadığını söylüyorlar” dedi, konuşması boğazına düğümlendi.
Eyvah !...Naci’yi de kaybediyoruz…
Ve 1.5 ay gibi kısa bir sürede acı son…
Cihat gitti cenazesine katılmak üzere. Ben de gitmek isterdim, son görev için, ama burada birçok iş, bağlantı, randevu…Gidemedim.
Bütün iyi dileklerimi buradan gönderdim sevgili kardeşime.
*
Ürkek adımlarla, birlikte yürümeye başlamıştık hayat yolunda.
Gazi ve İnönü caddeleri yeni açılmıştı. Boydan boya taş döşenip önce betonlandığına, ardından asfaltlandığına, yol boyunca atkestanesi fidanlarının dikildiğine birlikte tanık olmuştuk.
O zamanın tek ortaokulu, Çorum Lisesi Orta Kısmı…
Kocaman, bomboş caddede yürüdük yıllar yılı. İlk duyguları, ilk yürek kıpırtılarını, ilk heyecanları bu caddede, bu okulun bahçesinde veya karşısındaki Pirbaba Çamlığı’nda yaşadık.
Şu bir-iki cümlemiz, bizim kuşağın düşe-kalka hayata doğru yürüyüşünün özetidir desek yeridir.
Bugün sonbahar yağmurlarıyla, rüzgârlarıyla yaprak döküyor atkestaneleri…
Yıllar yılı, bu ağaçlardan bir teki bile kurusa, kesilse, bir arkadaşımızı kaybetmiş gibi hissettik. Çünkü onlarla birlikte büyümüştük.
O ağaçları büyümüş bulan sonraki kuşaklar anlayamazlar bizim bu “birlikte büyüme” duygumuzu. Anlamlandıramazlar…
Yaprakları uçuşuyor şimdi o ağaçların…Ve bizim arkadaşlarımız da birer birer uçmaya başladılar.
Adı üstünde “hazan mevsimi” değil mi?
Yine yapraklar, rüzgârların peşisıra gidiyor…
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze, ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar!
*
Lise yıllarımızda en “hayat dolu” arkadaşlarımızdan biriydi Naci. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yıllarında, Tarık Akan’a benzerliğiyle kızların ilgisini de çeke çeke, daha bir entelektüel hava yakaladı. Özel yaşamı, evliliği, Çorum’daki avukatlık yılları hep sıradışıydı. Ailece de yakın olduk o yıllarda.
Çorum’dan İstanbul’a gidişiyle, doğal bir mesafe girdiyse de aramıza, bir araya geldiğimizde kaldığımız yerden devam ederdik gülmeye, eğlenmeye…Hayatın “hoş”luklarını paylaşmaya…
*
Nazır’ın kaybından sonra, 1968-69 döneminde 6 Fen-B sınıfında okuyan arkadaşlar olarak 2010 yılında önce Ankara’da, sonra Çorum’da buluşmamızı hatırlatmıştım.
O yazıda, “Belki yeniden bir araya geleceğiz, ama hepimiz olamayacağız ne yazık ki…Örneğin Nazır olamayacak aramızda.” demiştim.
Şimdiyse, Nazır’a Naci de eklendi…
Ve gerçekten ölüm yakışmadı, hayatı bu kadar sevgiyle, coşkuyla yaşayan Naci’ye.
Mekânın cennet olsun sevgili Naci.
Çok özleyeceğiz.


Naci Bilan, oğlu Barış’la…


Mustafa Balbay’ın Silivri yıllarında, avukat olarak kendisiyle çok yakından ilgilendi.


Naci Bilan…


Torun sevgisi…


1968-69 döneminin 6 Fen-B sınıfı öğrencileri, eski sınıflarında… Sol başta Naci Bilan…(Tarih 30 Ekim 2010)…


Naci Bilan, okul arkadaşlarıyla Çorum Lisesi’nin merdivenlerinde…


Çorum Lisesi’nin öğrenci girişi merdivenlerinde topluca…
22 Ekim akşamı kaybettiğimiz Naci Bilan ve 26 Temmuz’da kaybettiğimiz Nazır Sercan arka sırada…


2010 yılının Ekim ayındaki Çorum buluşmasında, sınıf arkadaşları Vadi Restaurant’da felekten bir gece de çalmışlardı. Tabii, 40 yıl öncesinden kalma espriler de yeniden gün yüzüne çıkmıştı. Yukarıda, ayakta Cihat Ecdaroğlu, oturanlar (soldan sağa) Dr. Recep Burhanoğlu, Osman Yavuzer, Naci Bilan…


Ayakta Nazır Sercan, Mehmet Battal, Osman Yavuzer ve Naci Bilan, sanatçıyla…