Ani bir hareketle tabancasını çıkardı, en önde gelen kurda nişan alıp, peş peşe iki kez tetiğe bastı. Kurşunları yiyen kurt, olduğu yerde havaya doğru hamle yapar gibi fırlayıp yere yığıldı. Diğerleri vahşi hırıltılar ve çenilemelerle hemen vurulan kurdun üzerine çullandılar.

Arif Çavuş kalan mermileri de diğerlerinin üzerine sıkarak, dönüp yayla evine doğru koşmaya başladı. Kardan hızla koşamıyordu. O sırada silah sesine evden ellerinde silahlarıyla, Süleyman Onbaşı’yla birlikte birkaç asker çıkmıştı.

“Kurtlar!” diye bağırdı Arif Çavuş.

Askerler de birkaç kurşun sıktılar kurtlara doğru. Pabucun pahalı olduğunu anlayan kurtlar, ağlayımsı sesler çıkararak geldikleri yöne doğru kaçarak gözden kayboldular.

Üç tane kurt leşi vardı karların üzerinde. Kurtların kaçtıkları yönde de kan izleri seçiliyordu.

Arif Çavuş’un gördüğü tümsek çam dallarıymış. Askerler onları yayla evine taşıyarak, ocak yanında önceden kalmış çöl çöp kalıntılarıyla ve bin bir güçlükle ocağı tutuşturdular. Cızılayarak, tısılayarak ıslak çam dalları yanmaya başladı. İçerisini biraz ılıtabilmek için çam dalların peş peşe ocağa sürdüler. Hava iyice kararmıştı. Arif Çavuş çantasındaki mumlardan dört beş tanesini çıkarıp yakarak ocaklığın üzerindeki lambalığa koydu. İçerisi birbirlerini görecek kadar aydınlandı. Ocağın önünde biraz ısınıp kendilerine gelen asker, çantalarındaki son ekmek kırıntılarını çıkarıp yediler.

Sonunda sıkı bir biçimde sırt sırta verip, yorgunluktan sıza kaldılar. “Ah, of! Vay anam!..” sesleri ve inlemeleri sabaha kadar sürdü.

* * *

Arif Çavuş herkesten önce uyandı. Ortalık aydınlanmıştı. Askerler uyuyorlardı.

kalk!..” komutuyla arkadaşlarını uyandırdı. Hemen toparlanıp, çantalarını kuşanıp, silahlarını alan askerler yavaş yavaş dışarı çıkmaya başladılar. Hava kapalıydı. Fırtına dinmişti. Ancak üç asker kalkmamış hala yatıyordu. Yokladılar, “kalk!” diye sarstılar. Askerlerde hiçbir hareket yoktu. Bedenleri buz gibiydi; ölmüşlerdi.

Derin bir sessizliği yaşadılar. Artık bu tür ölümler de olağan gelmeye başlamıştı onlara.

“Kurtuldular” dedi birisi.

“Kim bilir biz nasıl öleceğiz?” dedi bir başkası.

Çantasını omzuna takmakta olan Çorum, Elköylü Hıdır:

“Buraya kadar gelip de birkaç Moskof öldürmeden benim ölmeye hiç niyetim yok arkadaş!” dedi.

“Moskof, bu dağların ardında… Oraya kim vara, kim göre? Kim öldüre?” dedi Havzalı Fazlı.

“Allah’ın izniyle hepimiz de Sarıkamış’a varacak, düşmanın canına okuyacağız arkadaşlar!” Dedi Süleyman Onbaşı. “Umudunuzu diri tutun, sakın ha yitirmeyin!”

Her zamanki güleç haliyle “Ulabalım Hakkı” söze katıldı:

“Ula balım, doğru söyler bizim Süleyman. “Umut, yoksulun ekmeği” denilmiştir. Karın doyurmasa da tutunacak dalımızdır. Onu yitirirsek her şeyimizi yitirmiş oluruz.”

“O her şeyse hayatımızdır” dedi Arif Çavuş. “Ama yine derim ki, aslolan yaşamaktır.”

Ölmüş arkadaşlarının ölü bedenlerini oradan çıkararak evin yan tarafındaki bir çukurluğun içine karlarını eşeleyip yan yana uzattılar. Üzerlerine de bulabildikleri taşlarla ve karla örttüler. Yapabilecekleri başka bir şey yoktu. Diğer yayla evlerinde de durum aynıydı. Orda da gece ölmüş olanlar vardı. Onlar da kardan gömütlüklerine yatırılıp üzerleri yine karla örtüldü.

Sonra başlarında birer Fatiha okudular bu kar ve soğuk şehitlerinin.