Geçici yenilik olarak tanımlanan moda, egemen güçlerin ticaretten siyasete kullandığı toplum mühendisliği araçlarından biridir. Bu hamlenin parça tesirli bomba olmasını sağlayan ise medyadır.

Modanın medya ve reklam kuvvetiyle dayatılmasında batıdan doğuya, güneyden kuzeye etkilenmemiş toplum yoktur. Şüphesiz iletişim araçlarının, özellikle internetin, böylesi gelişip yaygınlaştığı bir çağda, toplum mühendisliği çok daha kolay etkileyebilmektedir insanları.

Bizim toplumumuzda ise yapısal zaaflar sebebiyle baskın güç batıda yapılan her şeyin “kopyala yapıştır” kolaylığıyla benimsenmektedir. Osmanlı döneminde az sayıda okur-yazarın arasında eser miktarda Fransızca bilenler ile batı özentisi ve kopyala yapıştır döneminde yeni bir boyut başlamıştır. Batıya öykününce asri, modern ve çağdaş olduklarını hem kendilerine hem de topluma dayatırlar. Bu özenti hayatlar günümüzde de geometrik bir diziyle artarak devam etmektedir. Fransızcanın yerini İngilizce almıştır.

Topluma sadece ne giyecekleri değil, ne okuyacakları, neyi nasıl düşünecekleri medya marifetiyle şırınga edilmektedir. “Büyüklerimiz daha iyi bilir” anlayışının günümüze uyarlanmış şeklidir bu.

1970’li yıllarda “Rozet” yazımda altını çizdiğim bir yaşam biçimi vardı. Parka ve postal solcu/devrimci veya ülkücü olmanın işaretlerindendi. Her iki kesim de parka giydiği için ayrımda belirleyici işaret olarak bıyık modelleri kalmıştı. İstanbul’daki Amerikan Pazarı’nın en iyi müşterileri bu giyim tarzını seçenlerdi. 12 Mart 1971 muhtıralı darbesi sonunda baskı artınca parka postal modasının rüzgârı bir anda kesiliverdi.

Aynı dönemde bir de çiçek çocukları denen Hippiler vardı. Bu da bir modaydı. Muhalif olan veya olası muhalifler farklı gruplara bölünerek sisteme karşı birleşik direniş engelleniyordu. Klasik Böl-yönet taktiği…

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’i yaşayan bir diğer deyişle 12’nin hem baharın hem hazanın görenler şimdi artık ak saçlı oldular.

Masada güneşin bütün renkleri

İbrahim Uysal’ın masasına konuk olmaya ne dersiniz?

“O akşam da masada 68 kuşağından, İTÜ'de okumuş, hatta bir ara "Çiçek Çocukları"na katılmış bir ağabeyim; Ülkücü kökenli, iktidarın sağ partilerinden birinden bir milletvekili, yedi-sekiz kişi bir şeyler yiyor ve iki kadeh de parlatıyorduk.

Güneşin bütün renklerinden siyasiler aynı masada olunca, konuşmalar da siyasetin kulvarlarında gırgır, şamata ve takılmalar ile savrula savrula ilerliyordu.

Ülkücü kökenli siyasetçi ile 68'li, solcu ve bir ara da çiçek çocuklara da katılmış ağabeyim, daha önceden tanıştıklarından, bazı ortak yönleri ve anıları vardı.

Milletvekili, 68'li Ağabeyime biraz da takılmak için "Şu Tibet'e gidişini bir anlatsana" dedi. Biz de ısrar edince anlatmaya başladı.

O yıllar bütün dünyada Hippi-Çiçek Çocuklar pek moda idi; Giyim, kuşam, yaşam tarzları ile.

Ben de kız arkadaşım ile birlikte Tibet’e "Güneşin doğmayacağı gün"ü görmek, yaşamak üzere bir gurup arkadaş ile Tibet'e gitmeye karar verdik. Dalai Lama'nın yaşadığı mağaranın bulunduğu dağa tırmandık ve gece çadırlarımızı da hem Dalai Lama'nın mağarasını hem de güneşin doğmayacağı manzarayı görecek en güzel yere kurduk.

Gün batmış, gece olmuştu ama sabahı nasıl edecektik ki?

Neyse, yol yorgunluğu ile uyuduk ama şafağın atacağı vakitte uyandık.

Önce hava bir ağardı. Sonra zifiri bir şafak vakti karanlığı, sonra kızıl bir gökyüzünden sonra güneşin ilk ışıkları göründü. Önce güneş bir karış, bir kulaç, sonra da bir urgan boyu yükselince, herkesten bir uğultu yükselmeye başladı.

Oysa Dalai Lama, "o gün" için güneşin doğmayacağını söylemişti, herkes de o "doğmayacak güneş"i görmek için oradaydı.

İlk şaşkınlıktan sonra, herkes birer ikişer mağaranın ağzında toplanmaya, daha sonra da içeri girmeye başlamışlardı.

O güne kadar her söylediği her şey doğru çıkan Dalai Lama, "o gün güneş doğmayacak" demişti. Ama gördüğünüz gibi güneş, her zamanki gibi doğmuştu.

"Dalai" engin deniz, "Lama" ise, "bilge" demekti. Bu kadar engin ve sonsuz bilgisi olan bir bilge yanılmazdı. Ve içeri ilk girenlerin ardından çığlık ve ağlama sesleri yükselmeye başladı. Sonra toplu bir ağlama ayinine dönüştü kalabalık.

Evet, "o gün güneş doğmamıştı", ama onun için. Çünkü Dalai Lama ölmüştü.” (28 Ağustos 2019 – Akdeniz Gerçek gazetesi)

Şüphesiz insan bir gün öleceğini bilen tek canlıdır. Ancak ölüm vaktini bilmez, bilemez. Eğer bilseydi ha öldüm, ha öleceğim diye yaşanan bir hayatın çilesini anlatmaya kelimeler yetmez. Kendi ölüm vaktini bilmek ise her ölümlüye nasip olmayacak bir boyuttur.

Ne demişler, dinleyen söyleyenden arif gerek. Biz de okuyan yazandan arif gerek diyerek bitirelim mi yazıyı?