Fransız Le Monde Gazetesinin Türkiye
Muhabiri Guillaume Perrier, dışarıdan bir gözle Türkiye’yi analiz etmiş.
Bu analizi şunun için önemseyip, köşeme
taşıdım.
Benzeri analizleri, bizler de yapıyoruz.
Ancak insanlarımız öyle saflara ayrıldı
ki; içimizden birilerinin (konu ne olursa olsun) yaptığı analizleri
değerlendirirken, olaya; “yorumcu bizdense, söyledikleri doğrudur; karşı
taraftansa, söylediği her bir şey yanlıştır…” koşullanmasıyla yaklaşır
oldu.
Öyle bir hale geldik ya da getirildik
ki; artık hiç kimse “ayranım ekşi” demiyor, dedirtmiyor, denmesine tahammül
edemiyor.
Kimi sol ahlaktan, kimi sağ ahlaktan dem
vuruyor. Kimi kırılan kolun yen içinde kalmasından aralıyor kapıyı; kimi “bizim
bu konularda anlaşmamız mümkün değil” deyip, kapatıyor kapıyı.
Aramızdaki uçurumlar, aşılamaz hale
geldi.
Her konuda, her olayda, her yerde ve her
şeyde hızla bölünüp, parçalanıyoruz.
Niye?
İşte o “niye” ya da “niyeleri” Fransız Gazeteci G.Perrier şöyle açıklamış.
… …
“… Türkiye, kesin büyük hesaplaşmasına doğru gidiyor.
Bugüne değin bu ülkede, korkulduğu gibi, ırka ya da dine
dayalı bir bölünme yaşanmadı.
Ancak şimdi, daha korkunç ve daha
temel bir bölünmeye doğru gidiyor.
Bu bölünmenin adı; Cumhuriyet tarihi
boyunca inatla sürdürülen "kültürel bölünme".
Bu artık iyice keskinleşti.
Şimdi bir yanda,
ayakkabılarını sokak kapısı önünde çıkaran; kadınlarının başı örtülü; erkekleri
sokağa pijamayla da çıkabilen; erkek çocukları kahveye giden; kız çocukları tam
bir baskı altında yasayan; türkü ile arabesk arası bir müzik türünden hoşlanan;
sporu sadece futbol olarak algılayan; yaşamı boyunca hiç kitap okumamış; hiç dans
etmemiş, karı koca birlikte hiç yemeğe gitmemiş; hiç tiyatro seyretmemiş; iyi
eğitim alamamış; dini inançları kuvvetli; sorumsuzca üreyen, kalabalık bir
kitle var.
Diğer yanda ise; kolej
yelpazesinde eğitim görmüş; en azından bir düğün salonunda ya da kolej
partisinde dans etmiş; en azından sinemaya giden; çok fazla olmasa da kitap
okuyan;
müzik zevki pop şarkılarla, klasik
müzik arasında dolaşan; evleri nispeten daha zevkli döşenmiş;
kadınları modern görünümlü; şarabın kalitesinden pek anlamasa da, kadın erkek
bir arada içki içebilen; gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen; kendini
birinci gruba kıyasla çok daha gelişmiş hisseden; entelektüel düzeyi çok yüksek
olmasa da Batı standartlarına yakın bir grup var.
Ve bu iki grubun yaşam tarzı, birbirinden son derece kopuk.
… …
Onları, Batı'da olduğu gibi bütünleştirip, kaynaştıran; müzik, resim,
heykel, tiyatro ve sanat gibi… birleştirici kültürel zeminler de yok, bu
ülkede…
Hayatları, zevkleri, inanışları
birbirinden çok farklı. Hatta birbirine düşmanca.
… …
Birinci grup,
Cumhuriyet boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilip kakılmış.
Şimdi bu grup siyasal olarak
örgütlendi. Sayısal olarak güçlü bir seçmen profili oluşturdular. Her seçimi
kazanacak ya da her seçimde söz sahibi olacak kadar siyasal güçleri var
artık.
Birinci grup gibi üremeyen ikinci
grup ise azınlıkta kaldı
… …
Bu noktada tarihi bir paradoks ortaya
çıkıyor.
Daha Batılı olan "ikinci
grup";
Batı'nın siyasi değerlerini kabul ederse, bu ortamda, bir daha asla iktidarı
ele geçiremeyeceğini bildiği için, git gide Batı'ya ve Batı'nın demokratik
değerlerine düşman olmaya başladı. Bu grubun büyük bölümü yönünü Doğu’ya
çevirdi…
Yaşam tarzı olarak Batı'ya düşman olan “birinci grup” ise; iktidarı, ancak
Batı'nın ölçütlerini kabul ederek, ele geçirebileceğini (ve de elde
tutabileceğini) bildiği için, Batı'yla olan ilişkilerini (göstermelik de
olsa) geliştirmek ve demokrasiyi de kabullenirmiş gibi görünmek istiyor….”
* *
*
Fransız Gazeteci G.Perrier’in analizi
çok daha uzun. Ancak analizin özü bu.
Yazının devamında,
katıldığım/katılmadığım değerlendirmeler de var. Onları bir yana ayırdım.
Fransız Gazetecinin, dışarıdan objektif
bir gözle yaptığı, yukarıda sizlerle paylaştığım bu değerlendirmeleri doğru mu?
Doğru.
Dünün Batı yanlıları, (Batı yanlısı propagandalarla seçim kazanma şanslarının
kalmadığını bildikleri için) Batı’ya cephe alıyor.
Dünün Batı karşıtları, (palazlanana kadar) Batı’nın (özellikle de ABD’nin) gücünü
ve güvencesini arkasına almak için, Batı yanlısı gibi görünmek istiyor.
Hal böyle olunca da; ayakları yere
basmayan böyle bir iktidar ve muhalefet mücadelesinden, sadece çelişki ve zırvalık ürüyor.
İnsanımız, kimin, neyi, neden
savunduğunu ya da kimin, neyi neden yaptığını anlamakta zorlanıyor.
Hiç kimse, olanı biteni yerli yerine
oturtamıyor.
O nedenle her kafadan ayrı bir ses
çıkıyor.
O nedenle geniş katılımlı ve istikrarlı
bir uzlaşma sağlanamıyor.
Birinin ak dediğine, diğeri kara demek
gereğini hissediyor.
Çelişkinin yamanlığına bakar mısınız?
Ve de ne hale düştüğümüzün, düşürüldüğümüzün?...