Köyümüz Çıkrık, Kırklar Dağı’nın güne yamaç eteğinde kurulmuştur. Doğal güzellikleri eşsizdir. Ağaçlık, yeşillik bir köydür. Meyvesi, sebzesi boldur. Dağdan köpük köpük inen Aytaş suyu çevresine ve suladığı topraklara can verir. Köyümüz halkının geçim kaynağı meyvecilik ve sebzeciliktendir. Her türü yetişir meyvenin ve sebzenin. Bunlar olgunlaşınca toplanır, kamyon ve traktörlerle taşınır kasaba ya da kent pazarlarına. Eskiden hayvanlarla taşınırmış pazarlara. Öyle diyor büyükbabam.
Köyümüzün, yanı yöresi ağaçlıktır hep. Köyün gerisindeki dağın yamaçları da ardıç ağaçlarıyla kaplıdır. Ancak, Kırklar Dağı’nın dorukları ağaçsız ve çıplaktı .
Akdağ’da yaylamız, yaylada da yayla evleri vardı. Baharın ucu görünüp, havalar ılımaya başlayınca yaylaya göçenler olur. 15-20 evlik bir köy gibidir yaylamız. Göçenler son güze değin orada kalırlar. Yaylamızın doğal güzelliği eşsizdir. Yayla evlerinde süt, yoğurt, yağ, çökelek ve ayran eksik olmaz. Yolunuz bir düşmeye görsün. İnsanları çok sıcakkanlı, şeker dilli ve konukseverdir. Sizlere süt, yoğurt, ayran; hatta, tereyağlı yufka ekmek dürümü sunmadan göndermezler.
Yaylamız; otu çiçeği, kuşu böceği, buz gibi suyu ve tertemiz havasıyla bir başka güzeldir. İnsanı hayvanıyla, tek katlı, toprak damlı yayla evleriyle, her türden ağacıyla, yanı başındaki ormanıyla oluşturduğu doğal bütünlük içinde say ki cennetten bir köşedir.
Yaylamızın doğusunda, kuzeyden güneye doğru uzanan Evkaya ve Suludere’si vardır. Sağırkaya önünden çıkan suyu, derenin süreğindeki fundalıkları ve yamaçlarındaki yeşil dokusuyla, Doğu Karadeniz dağlarını aratmayacak güzelliktedir. Daha önce babamla iki üç kez gittiğimden biliyor ve tanıyordum oraları. Yeniden gitmek için de can atıyordum doğrusu.
Çünkü kent sıkıcıydı, bunaltıcıydı. Dev gibi çok katlı yapılar üzerinize yıkılacakmış da, altında kalacakmışsınız gibi ürperti ve korku veriyordu bizlere. Geniş, rahat, ferah oyun alanları yoktu bu yapıların önlerinde. Büyükler, o çok katlı yapıları kurarken hiç mi düşünmüyorlardı biz çocukları? Havamızı, ışığımızı kestiklerini, oyun oynama özgürlüğümüzü kısıtladıklarını… Neden bizlere de yeterli oyun alanları bırakmazlardı o yapıların önlerinde? O çok katlı yapılar, geleceğin umudu olarak gördükleri biz çocuklardan daha mı değerliydi acaba?
Ağaçlar bile parklarda toplanmışlardı bir top yeşillik olarak. Bahar, yaz ve güz dönemlerinde, hafta sonlarında, insanlar çoluk çocuğuyla parklara koşarlardı. O nedenle çok kalabalık olurdu parklar ve ağaçlık alanlar. İnsanlar, küçük çocukların annelerinin koynuna sokuldukları gibi ağaçların altına sokulurlardı.
Bir de yol kıyılarına dizilmişlerdi ağaçlar sıra sıra. Gün yirmi dört saat selama durmuş gibiydiler insan ve araç trafiğine. Belli ki onlar da şaşkındı bu kent karmaşasından. Ama ağaçların ayakları yoktu ki, kaçabilsinler dağlara kırlara; kurtulabilsinler bu kent bunaltısından.
Yine de bizler, kendimizi çok şanslı saymalıydık ağaçlara göre. Çünkü istediğimiz zaman, istediğimiz yere çekip gidebiliyorduk. Özgürce gezip tozabiliyorduk Ağacın çiçeğin, kuşun böceğin, taşın toprağın, havanın, suyun bol ve temiz olduğu yerlerde. Kısa bir süre de olsa yaşayabiliyorduk özgürlüğümüzü doyasıya.
Çirkin beton yığınlarından oluşan çok katlı yapılar yoktu kırsal alanlarda. Yoktu araç ve insan trafiğinin insanı çıldırtan gürültü ve karmaşası. Yoktu kirli egzoz dumanı; kalorifer bacalarının havamızı, suyumuzu ve bir çok şeyimizi kirleten isi pası. Kent içinde arabayla da olsa, bir yerden bir yere ulaşmanın dayanılmaz çilesi yoktu kırsal kesimlerde. Her şey iç içe, her şey tıkış tıkıştı kentte. Soluk kesici bir sıkıntıyı, “stres” denilen bir bunalımı yaşıyorlardı insanlar kentte.
Kırsal alanlar öyle miydi ya. Baharı ayrı, yazı ayrı bir güzellikteydi oraların. Bahar gelince; yeşilin her tonu ve renklerin her türüyle donanırdı doğa. Kuşlar ve böcekler oluşturdukları çoksesli korolarıyla bir açık hava konseri sunarlardı sizlere, parasız pulsuz olarak. Bu güzelliklerle ruhunuz tüm olumsuzluklardan arınır, tazelenirdiniz yeniden. Açıkçası, yaşadığınızın ayırtına varır; bunun coşkusunu, mutluluğunu ve güzelliğini yüreğinizin en ince can tellerinde duyumsardınız.
Bahar geldi yine.
Öyle özledim ki köyümü. Gece düşlerime giriyor. Bu Nisan yağmurlarından sonra ne güzel arınmış, ne güzel olmuştur kim bilir? Kırlar, bayırlar iyice yeşermiş; ağaçlar yaprağa ve meyveye durmuştur şimdi. Coşkulu bir bahar devinimi içindedir insanlar ve hayvanlar. Bir başka güzelliğe bürünmüştür köy önündeki Arpalık, Dutluk bahçeler. Pınarcıklar, Kavak, Karey, Kuycak bahçeler. Bendaltı’nda ırmağın iki geçesi... Köylü; kadını erkeği, çoluğu çocuğuyla, bağında bahçesinde, toprağını ekime ve dikime hazırlamaktadır coşkulu bir bahar sevinciyle.
Öyle özledim ki köyümü!..
Bu hafta sonu, bu güzellikleri yaşamak için babamla birlikte köye gideceğiz. Ya siz? Siz nereye gideceksiniz?