Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda "Ulus Devlet" temelinde bir modernleşme süreci başlatılmıştı.

-Arap ve Hilafet kültüründen arındırılmış...

-Dinsel öğretiler ve din, toplumsal hayatın yönetiminden uzaklaştırılmış...

-Batı tipi cumhuriyet normlarıyla donatılmış bir ülke, bir nesil yetiştirilmesi hedeflenmiş...

Ve Doğu'nun sosyolojik varlığını dışlayan, Batı'nın değerlerini topluma giydiren bir toplumsal mühendislik oluşmuştu.

Sonuçta:

Doğu ve Batı kültürünün arasına sıkıştırılmış bir toplum oluştu.

-Ve de Doğu'nun değerleriyle dolu bir toplumun itirazları yükselir oldu.

İşte bu itirazlar, 1946'dan itibaren özellikle büyütüldü. Kurucu siyasal anlayışa karşı siyasal bir çıkışa dönüştürüldü.

Ve o gün bu itirazları besleyerek büyüten merkez sağdaki siyasetler, 1950'den bu yana bu ülkeyi yönetir oldu ve de halen yönetmekte.

* * *

Nitekim 95 yıllık Cumhuriyetin:

-Tek parti dönemini, kuruluş dönemi olarak alıp konu dışında tutarsak...

-1946 seçimlerinin tartışılır olması nedeniyle o dönemi de muaf tutup, çok partili siyasal dönemi 1950'den başlatırsak...

-Ve de Ecevit'in derme-çatma hükümetli kısa dönemlerini de saymazsak...

Diyebiliriz ki, bugüne kadar geçen 68 yıllık çok partili dönemin büyük bir bölümünde (hatta tamamında) sağ iktidarlar tarafından yönetildi bu ülke.

Sağ iktidarlar; parti adı ne olursa olsun, aynı değerleri, aynı ölçüleri ve genelde aynı ekonomik ve siyasal politikaları benimseyen ve de aynı sosyal tabana dayanan siyasi partilerden oluşmuştur.

Sağ siyasetlerin siyasal ve ideolojik bakışını:

-Toplumsal ve demokratik örgütlenmeleri baskılayan siyasal devletçi politikalar...

-Ve Türkiye ekonomisini Batı'nın kontrolüne veren liberal ekonomik politikalar belirler olmuştur.

Sol siyasetlerin (ki, bu sosyal demokrat siyasetlerin) ideolojik bakışını:

-Kurucu değerlere sadakatten kaynaklanan bir siyasal devletçilik...

-Ve de sosyal devleti inşa etmek ve sosyal adaleti sağlamayı isteyen, karma ekonomiyi model alan ekonomik politikalar belirler olmuştur.

Bu nedenle daha çok kurucu değerlerden hareket ederek devletçi bir ekonomi, sosyal demokrat bir siyasetin ekonomik ve siyasal bakışı olmuştur.

***

Sağ partilerin sürekli iktidarda oluşu, sol partilerin sürekli muhalefette kalışı, köklü ekonomik ve siyasal sorunlarda ortak bir görüş oluşmasını engellemiş ve de seviyesi düşük bir iktidar-muhalefet kavgasının önünü açmıştır.

Günümüz Salı grup konuşmalarında ise bu kavganın seviyesi daha da düşer olmuştur.

Bu nedenle birçok köşe yazarı ifade etmişti, şu meşhur "Salı grup konuşmaları" yapılmasa diye...

Çünkü bu konuşmalar toplumu daha da kamplaştırır, tavandan tabana siyasi bir şiddeti örgütler olmuştur.

Herhalde bunun nedeni, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi iktidarın muhalefeti, muhalefetin iktidarı yeteri kadar yaşayamamış olmasıdır.

Ve de toplumsal ve siyasal sorunlara her iki pencereden bakılamamış olmasıdır.

Yani Türkiye'deki siyasal kavganın arkasında böyle bir deneyim eksikliği vardır diyebiliriz.

Sonuçta muhalefetin endişelerini paylaşmayan bir iktidar, iktidarın her yaptığına hayır diyen bir muhalefet oluşmuştur.

Ve de tutarsız bir iktidar-muhalefet kavgası siyasetin vazgeçilmez dili olmuştur.

Hatta bu dil, bir siyasal kavgayı da aşmış, bir çekişmeye dönüşmüştür.

***

Oysaki bugün:

-Türkiye de çözüme kavuşmamış, nereye gideceği halen kuşkulu bir "Kürt Sorunu" varken...

-Sürekli kaşınan ve de sürekli canlı tutulan bir "Alevi-Sünni" gerginliği, sanki pusuda bekletilirken...

-Ve birbirini tasfiye etmek isteyen, bu ülkede siyasal ve toplumsal yarılmanın ana damarını oluşturan TÜSİAD-MÜSÎAD gibi sermaye gruplarının kavgası sürerken...

İktidar ve muhalefetin daha yapıcı bir dil bulmaları, daha yapıcı bir yerde durmaları gerekirdi.