I

Şeyleri öyle görmemiz; örneğin göğü, denizi mavi görmemiz gibi, onları öyle kılmaz. Yüzey görüntüler çokluk yanıltır bizi. Özün gürlüğü ise kendi döngüsündedir hep.

İşitme ve ses… Ses, insan kulağının algıladığı titreşimler… Yani insanın duyamadığı titreşimler asla yok hükmünde değil. Örneğin, Depremin kilometrelerce yeraltından gelen uğultusunu kuşların, köpeklerin duyması gibi.

1980’li yılların sonları. Bekir’in Tom adlı bir kurt köpeği var. Yedikule’deki evleri apartmana dönüşmek üzere müteahhide verilmiş. İnşaatı yapan bahçeye bir kulübe yapmış Tom için. Bekirlere ise ev tutmuş müteahhit inşaat bitene kadar Bostancı’da. Yedikule nere, Bostancı nere? Bekir her gün Yedikule’ye gelip Tom’u yürüyüşe çıkarıyor.

Bir akşamüstü Başvekil Caddesi’ndeki evime giderken Bekir ile karşılaştım. Eve davetimi reddetti. Tom’u yürüyüşe çıkarması lâzımmış. Bir suçlu gibi “Dün gelemedim, beni bekler, bir de kulübesine ciş yapmaz…” dedi.

Beraberce yürüdük. Tom Bekir’i görür görmez sevgi gösterileri yaptı. Başladık üçümüz yürümeye. Önce Samatya’ya ineceğiz. Tom sahil yolundaki parkta koşup oynayacak. Ancak Tom öyle sıkışmış ki yol boyu gördüğü her arabanın tekerine çiş yapıyor. Çiş yapmayı da kendine göre bir oyuna çevirmiş sanki.

Tren yolunun altındaki geçitten sahil yolundaki parka çıktık. Tom gizli bir komut almış gibi fırladı gitti. Bir koşu ki gözden kayboldu.

Bekir’e sordum, “Ne oldu buna? Aldı başını gitti.” Bekir gülümsedi, “Çağırınca gelir…”

Nasıl yani, diye baktım yüzüne. Cebinden bir düdük çıkardı. “Bunu yalnız Tom duyar” dedi.

Gözden kaybolan Tom son sürat gelip ani bir frenle Bekir’in önünde durdu. “Ne iş? Niye çağırdın?” der gibi bakıyordu Bekir’in yüzüne.

Tom’un duyduğu ses bize yok hükmündeydi.

Gelelim renklere… Sohbetlerde söylüyorum göğü ve denizi mavi görmemiz bir ışık kırılmasından ibarettir. Göğü ellerimize alıp bakamayız ama deniz suyunu ele aldığımızda mavi olmadığını görürüz. Bitkilerin yeşil görünmesi ise ışığı emip fotosentez yaparlarken kendilerine lâzım olan kırmızı ve moru tutup yeşili bırakırlar, o sebeptendir bizim bitkileri yeşil görmemiz.

Gelelim boğayı kızdıran kırmızıya. Boğalar renk körüdür. Boğayı kızdıran arenaya çıkınca onu şişlerle itip kakıp kakmalarındandır. Bir öfke patlaması yaşıyor boğa. Matadorun salladığı bezin kırmızısına değil, hareket eden beze hamle yapıyor. Evet başta da söylediğimiz gibi, yüzey görüntüler nasıl da yanıltır bizi.

II

Doğada atışma…

Âşık edebiyatı, ozan - baksı geleneğinin Anadolu'daki yaşama biçimidir. Âşık geleneklerini şu şekilde sıralamak mümkündür. Mahlas Alma, Rüya Sonrası Âşık Olma (Bade içme), Usta – Çırak, Atışma – Karşılaşma, Leb - değmez (dudak değmez), Askı (muamma), Dedim - Dedi Tarzı Söyleyiş, Tarih Bildirme, Nazire Söyleme, Saz Çalma.

Biz burada sadece Atışma geleneğinden yola çıkıp bir şeyler söyleyeceğiz.

Biz atışan iki âşığı keyifle izleriz. Âşıklar verilen ayakla doğaçlama yaparak yarışırlar. Doğada ise kaç âşığın atıştığını saymakta zorlanırız. Rüzgâr, çiçek açan ağaçlarla atışır, açtı açacak tomurcuk az ötedeki bir başka çiçekle. Ya arılarla atışan onca çiçek… Az kalsın unutuyordum, ardıç kuşunun ardıç ağacıyla olan atışmasını… Ya rüzgârın bulutlarla olan atışması, güneşin göller, ırmak ve denizle… Herkese laf yetiştiren atışma ustası ise yağmurdur.

Meraklısı için ek: Aşağıdaki linkte Hüseyin Sümmanioğlu ile Feymani atışmasını dinleyebilirsiniz.