Artık, 27 Mayıs iki önemli tarih oldu bu ülkede.
Birincisi, 27 Mayıs 1960'tır. Demokrat Parti iktidarının son bulduğu, ordunun ülke yönetimine el koyduğu gündür.
Yani kiminin devrim dediği, kiminin darbe dediği bir gün...
1961 anayasası ile demokratik özgürlüklerin önünün açıldığı gün...
Cumhuriyet Senatosu, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu, Yüksek Hâkimler Kurulu, Yüksek Savcılar Kurulu, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, TRT, DPT gibi kurumlarla devletin yeniden dizayn edildiği bir gün...
İkincisi ise 27 Mayıs 2013'tür. Gezi Parkında ağaç kesimine itirazla başlayan ve bir ay içinde 81 ilin 80'ine yayılan, Cumhuriyet tarihinde en büyük toplumsal muhalefetin başladığı gündür.
* * *
Öyle ki, 2013'ün 27 Mayıs'ı:
-Siyasetin ezberinin...
-İktidarın kimyasının bozulduğu bir gün olarak okundu.
-Ve sokak hareketinin başlatıldığı...
-AKP karşıtlarının "Türk Baharı"nı başlattığı bir gün olarak okundu.
Oysaki bu bir toplumsal talebin, toplumsal bir tepki biçiminde dışa vurumuydu. Demokrasi adına demokratik bir muhalefetin duyurusuydu.
Yine de iktidar cephesinden bakıldığında:
"Kuşatılmışlık" endişesiyle, muhalefetin organize ettiği bir eylem olarak algılandı.
Ve de piyasaya, kökü dışarıda sivil bir darbe girişimi olarak pazarlandı.
Oysaki:
Her toplumsal tepkiden, her toplumsal muhalefetten, her siyaset doğal olarak faydalanmak isteyebilirdi.
İktidar bu gelişmelere bir "kuşatılmışlık duygusu" ile değil, okuyan bir gözle bakmalı idi. Yani bu doğal demokratik muhalefeti doğru okuyabilmeli idi.
Elbette ki, 12 yıllık AKP iktidarından beklediğini bulamayan toplum kesimlerinin bir itirazı olacaktı.
Elbette ki, 12 Yıllık iktidar döneminde cumhuriyet karşıtı gibi bir algı yarattığı için laik kesimin bir itirazı olacaktı.
Ve de elbette ki, kent dokusuna ve sosyal yaşama müdahale eden bir anlayışa itiraz eden olacaktı.
Ne yazık ki iktidar, bu itirazları okuyamadı ya da okumadı. Ve bu bakışın sonucu, itirazların şiddetle bastırılması oldu.
İşte polisin aşırı şiddeti, biber gazı, bu bakışın ürünü idi...
İşte o gün ölenler, bu bakışın kurbanları idi.
* * *
Peki, Gezi Direnişi diye adlandırılan Gezi olaylarının amacı ne idi? Ve bu bedel niçin ödendi?
Gezi bileşenlerinin toplumsal bakışı anti-emperyal dolgu olsa da, Gezi muhalefetinde belirleyici sınıfsal bir nitelik yoktu. Anti-kapitalist bir vurgu yoktu.
Elbette ki, konu üç-beş ağaç da değildi.
Kent dokusunun korunmasıydı, seküler yaşamın korunmasıydı.
Yani kent kültürünün, modernitenin, yaşam biçiminin savunulmasıydı.
Otoriter zihniyete, polis devleti anlayışına bir tavır alınmasıydı.
Yani Gezi Parkı Direnişi; birikmiş olan hukuksuzluğa, birikmiş olan baskıya, şiddete, ötekileştirmeye, ayrıştırmaya, aşağılamaya bir karşı duruş konulmasıydı.
Bunun için Taksim, demokrasi rüzgârının kutsal bir alanı idi. Bunun için Gezi parkı, bu kutsal alanın bir parçası idi.
Ve de bunun için, dokunan her şiddet bu kutsal mekâna dokunuyor idi.
Başka bir yerde binlerce ağaç kesilse, onlarca "Topçu Kışlası" yapılsa, böyle kitlesel bir tepki görülmezdi.
Çünkü Taksim ve Gezi Parkı; özgürlüğün, demokrasinin kalp atışlarının attığı bir yer idi.
Yani demokrasi güçleri böyle algılamıştı Taksim'i. Ve böyle algılanmıştı Gezi Parkı.
* * *
Peki, Gezi Direnişindeki gençlik nasıl bir gençlikti? Ve bu direnişle neyin mesajı verilmek istenmişti?
Bu da yarınki yazının konusu olsun.