İskilip'ten Ahmet Hüyük'e katkılarından dolayı teşekkür ederim.

 

 “Yağ satarım, bal satarım.

Ustam ölmüş, ben satarım.”

 

Çocukluğunu özlemeyen var mı diye bir soru sorulsa derinden bir iç çekmeyen olur mu? Kazancı, bulunduğu makamı ne olursa olsun, insan yaşadığı sürece çocukluk yıllarına özlem duyar. Bilmem kaçıncı kez anlattıklarını yeniden anlatmaya başlar.

Bir an önce büyümek için çırpındığımız yıllar çabucak gelir geçer. Çeşitli nedenlerden dolayı can ciğer dostlarımızdan, kardeş bildiğimiz arkadaşlarımızdan bir günde ayrılırız. Birçoğunu yaşadığımız sürece yeniden göremeyiz.  Gün gelir; adlarını unuttuğumuz eski dostlarla bir şekilde karşılaştığımızda yeniden o günlere döneriz.

Geride bıraktığımız yirminci yüzyılda çevremizde gördüğümüz değişimler insanın başını döndürdü. Adını duymadığımız, hayal bile edemeyeceğimiz ürünleri kullanmaya başladık. Günlük yaşantımızda bu ürünler sayısız kolaylıklar sağladı. Getirdikleri ile avunurken bizden neleri götürdüğünü henüz anlayabilmiş değiliz.

Belli bir yaşın üzerindekiler büyüklerinin yaşantılarını, onların yaşadıkları sıkıntılarını dinlediler.  Siyah beyaz televizyonların yaygınlaşmaya başladığı yıllarda zengin ailelerin evlerinde başköşeyi süsleyen otuz yedi ekrandan daha büyük radyonun ne olduğunu onlardan dinledik. Büyüklerimizin anlattıklarına göre onlar, en çok bu küçük kutunun içine nasıl bu kadar çok insanın sığdığını merak ederlermiş. Yıllarca kafalarını karıştıran bu sorunun yanıtını bulmaya çalışmışlar.  Büyük adam olduklarında bizlere gülümseyerek anlattılar.

Bizden önceki kuşakta, ‘ajans’ denilen haber saatleri geldiğinde radyo açılırmış. Çok az sayıda bulunan radyoları dinlemek için insanlar toplanırmış. Haber saatleri dışında bir de Mustafa Geceyatmaz’ın türkülerini dinlemek için radyolar açılırmış. Bizim kuşakta ise radyolar ayakaltına düşmüş. Birçok evde bulunur olmuş.

Gün geldi gramofonların, taş plakların yerini kasetler aldı. Kasetlerin de ömrü fazla olmadı. Şekil olarak taş plaklara benzeyen cd’ler, dvd’ler bilgisayarlarla birlikte günlük yaşantımıza girdi. Yüzlerce, binlerce yıl yavaş adımlarla ilerleyen teknolojinin hızına kimse yetişemez olmuştu. Her alınan yeni ürün, benzerlerinin karşısında çok kısa sürede gözden düşüyor; bir süre sonra kullanılamaz hale geliyordu.

Bu çılgınlık karşısında insanlar şaşırmıştı. Çocukluk yıllarında tozlu arsalarda futbol topu koşturan, anne baba zoruyla eve giren çocuklar, aile büyükleri değişime daha hızlı ayak uydurmuştu. Yazları yazlık, kışları kışlık sinemaları unutmuşlardı. Boş zamanlarında kahvehanelerde yakın arkadaşlarla oynanan domino, tavla unutulmuştu. Vatandaşa hizmet vermek için çalışan bir devlet memuru, insanlar sırada beklerken bilgisayar karşısında oyun oynuyordu. Sadece bir gazetede haber olarak yer alan olayın yüz binlerce benzerleri işyerlerinde her gün yineleniyor.

Büyükleri oyuncak haline getiren bilgisayar, çocuklara neler yapmazdı? Onlara yol gösterecek büyükler beyinlerini bilgisayar oyunlarına teslim etmişti.  Orta halli birçok ailede ikinci,  üçüncü televizyonların yanında internet; genelde oyuncak olarak kullanılan bilgisayarlar yer almıştı. Artık herkes mutluydu. Ekonomik kalkınmanın bir göstergesi olarak televizyonlarda dizi filmler izlenirken, bilgisayarlarda en gelişmiş oyunlar oynanıyor. İnternette sörf yapılırken bir taraftan büyüklerimizin “geyik muhabbeti” diye nitelendirdikleri, gençlerin chat  “çet”ler yapılıyor. Oldukça pahalı cep telefonlarıyla sohbet edilirken, müzik çalardan kulaklıkla sesi sonuna kadar açılmış bu günlerin modası müzikler dinleniyor.

Büyüklerimiz, onları örnek alan gençlerimiz, çocuklarımız o kadar çok yoğunlar ki yemek yemeye, su içmeye ayrıca zaman ayıramıyor. Okuldan eve döner dönmez bilgisayarların karşısına geçen çocuklarımız saatlerce dur durak bilmiyor. Uzmanların anlattıklarına göre oyunlara kendini kaptıran çocukların tuvalete gitmemek için sonuna kadar direniyormuş.

Bu günlerde yaşanan çılgınlık, bana tanık olduğum bir olayı anımsattı: Bir etkinliği fotoğraflamak için gitmiştim. Yapılan etkinlik, sabah saat dokuzda başladı. Yanılmıyorsam öğleden sonra saat dört buçukta bitti. Etkinlik alanının yanına tesadüfen piknik yapan için gelen üç tane bayan dikkatimi çekmişti. Onları ilk gördüğümde yemek yiyorlardı. Oradan ayrılırken yine yemek yiyorlardı. Akşam evlerine artan yemekleri götürmek için çaba gösteriyorlardı. Bilgisayarların başından ayrılmayanları anlatabilecek en güzel örnek olarak düşündüm.

İskilip’te yaptığımız yok olan meslekleri fotograflama çalışmalarında baba mesleğini sürdürmek için üniversite eğitimini yarıda bırakan, Ahmet Hüyük ustamın işyerinde gördüğüm söğüt dalları dikkatimi çekti. Sohbet konusu olunca birlikte çocukluk yıllarımızı anmış olduk. Oynadığımız oyunlar, oyun oynamak için yaptığımız oyuncakları anımsadık. Söğüt dalından tekerleme söyleyerek höpbü, düdük, kaval yapardık.  Plastik örnekleri çıkınca kendimizi yormak istemedik.

Eskiye özlem duymak yerine karşılaştırma yapmanın zamanı gelmiş olmalı. Yokluk yıllarında, ucuz olmasının yanı sıra sağlıksız oyuncaklar yoktu. Yüzyıllar boyunca büyükler çocuklarına oyun oynayacakları oyuncakları birlikte yapıyordu.  Çocuklar büyüdükçe kendi oyuncaklarını kendisi yapıyordu.  Yaşı büyük olanlar, küçüklere sahip çıkıyor. Onların arsasında çıkan tatsızlıkları büyümeden önlüyordu. Gözden kaçan bir ayrıntı ise, bütün oyunlar en az iki kişiyle oynanıyordu. Oyunun kurallarını öğrenirken aslında toplumun kurallarını birlikte yaşamayı öğreniyordu. Aile büyükleri çocuklarının oyun arkadaşlarını özenle seçiyordu. Hırsızlık, namus gibi yüz kızartıcı suçları işleyen aileler çocuklarıyla birlikte dışlanıyordu. Sonuçta büyükler suç işlememek için elinden geleni yapıyordu. Aileler çocuklarının arkadaşlarına kendi çocuklarına verdikleri değer kadar değer veriyordu.

İnsan farklıydı; insan değerliydi!

Pet şişelerde satılan sularla çam bardaklarda, topraktan yapılmış testilerde bulunan suların kalitesini temizliğini karşılaştırmalıyız. Sokaklarda oynanan oyunlarla, bilgisayarlarda oynanan oyunları karşılaştırıp doğru olanı bulmalıyız.

Bunları başkaları için değil; kendi çocuklarımız, hatta kendimiz için yapmak zorundayız.