Montrö Sözleşmesi;

İstanbul Kanalı’nın gündeme getirildiği günden bu yana zaten Türkiye’nin gündemindeydi. Ve de yazılı ve görsel medyada zaman zaman tartışılmaktaydı.

Sosyalist Sistem’in ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana da özellikle ABD’nin gündemindeydi.

TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un 24 Mart günü, Habertürk TV’de katıldığı bir programda yaptığı açıklama, konuyu yeniden güncelleştirir oldu.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı konuşulurken, “Bir Cumhurbaşkanı Montrö’yü de feshedebilir mi?” sorusuna, “Teknik olarak yapabilir” cevabı, Montrö Sözleşmesi ile ilgili tartışmaları daha da tetikler ve de üst seviyeye çıkarır oldu.

İşte bu nedenle, bu konuda hassasiyeti yüksek olan amiraller, bir bildiri ile genelde Türkiye siyasetini uyarmaya çalışmışlardı.

Yani TBMM Başkanı Şentop böyle bir açıklama yapmamış olsaydı, konu belki de bu denli gündeme oturmayacaktı.

Herhalde bu nedenle Yunus’un şu sözünü bir hatırlamak gerekir;

“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı / Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz”

Yani kişi biraz dilini tutmalı, özellikle de politik kimlikler her sözün önünü arkasını düşünmeli, kullandıkları cümleleri özenle seçmelidir.

* * *

Peki, siyasi liderler bu bildiri için ne dedi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Emekli amirallerin vazifesi, 104 tanesi bir araya gelerek siyasi tartışma konusunda darbe imaları içeren bildiriler yayınlamak değildir” dedi.

Kemal Kılıçdaroğlu, özellikle iktidara bir gönderme yaparak “Bu sahte gündemler tutmaz” dedi.

Devlet Bahçeli, “Bildiride imzaları bulunan amirallerin rütbeleri sökülmeli, emeklilik hakları kaldırılmalı, emekli maaşları kesilmelidir” dedi.

Meral Akşener, “Bu bir zevzeklidir” dedi.

HDP, “İktidarın bir bildiriden darbe riski devşirmesi siyasi fırsatçılık” dedi.

Temel Karamollaoğlu, “Düşünce ve ifade özgürlüğü önemlidir. Meseleler tartışılırken, meselenin özüne odaklanılmalıdır” dedi.

Görüldüğü gibi bu açıklamalar konunun özünü unutturan, konuyu özünden saptıran, iç siyasi hesaplarla siyasal bir kamplaşmanın ifadeleri olmuştur.

Ve yargı cephesi;

Yargıtay Başkanlığı, “Anayasal ve yasal yetkiye dayanmayan ve milletin iradesini hedef alan hiçbir güç ve oluşum kabul edilemez” dedi.

Danıştay Başkanlığı, “Yakın geçmişte hukuka ve demokrasiye darbe vurmak isteyenler, bugün yargı mercileri önünde hukuka uygun yargılanmaktadır” dedi.

Yargıtay ve Danıştay Başkanlıkları’nın bu açıklamaları, hukuk adına yapılır gibi gözükse de bildiri nedeniyle yapılan soruşturmaları etkileyecek sakıncalı çıkışlar olmuştur.

* * *

Ama bugünlerde bu olay için bir kumpas vurgusu yapılır oldu.

-Bildirinin yayınlanacağı saat değiştirildi denilerek…

-Başlıktaki hitap değiştirildi denilerek…

-İktidar kanadının bundan haberli olduğu denilerek…

Yani bu gibi sözlerle bildiri özünden uzaklaştırılır, sulandırılır olmaktadır.

Elbette hem iktidar cephesinde hem de muhalefet cephesindeki liderlerin, bildirinin özüne bakmadan, yukarıdaki ifadeleriyle yanında ya da karşısında duruşları da bu sulandırılışa etkili olmaktadır.

Özellikle de bildiride imzası bulunmayan Emekli Amiral Semih Çetin’in Halk TV’ye telefonla katılarak “Gönderilen metinde ‘Yüce Türk Milleti’ ifadesi yoktu, ‘Basın Duyurusu’ yazıyordu demesi ve yayınlanma tarihi 6 Nisan’dı, fakat 4 Nisan’da basına sızdı” ifadesi, konuyu sulandırmak ve özünden saptırmak isteyenlere uygun bir durum yarattı.

Çünkü bu sözlerle, gizli bir elin imzalardan sonra, bildiride değişiklik yaptığı ima edilmektedir.

Ve de “Duyuru sabah yapılacaktı, gece yapılarak tuzak kuruldu” algısı ile de bazı amirallerin diğer amirallere tuzak kurduğu” algısı yaratılmaktadır.

Oysaki:

-ABD’nin Karadeniz üzerindeki yeni politik hesapları için…

-Montrö sözleşmesi üzerindeki olası bir tehlike için…

Bir uyarı amacıyla yazılmış bu bildiriye, amirallere kurulmuş bir kumpastır denilmesi ya da böyle bir söylentinin dolaşıma sunulması, bildiriyi sulandırmak isteyenlerin işine yarayacaktır.

Sonuçta bu söylentilerle ve de şekil tartışmalarıyla bildirinin içeriği unutulur, gözden kaçırılır olacaktır.